Yazar Arşivleri: İlker Karagülle

Ortaçağ Kılıçlarına Uzanan yol

Giriş Niyetine:

Bu makalede kısaca Avrupa ortaçağ şövalye kılıcına uzanan yolda ana basamaklar  anlatılacaktır. Makaleye başlamadan önce  bir  iki  hususa değinmek  istemekteyim. Bu  makale  ismim  veya  kaynak  belirtilerek yapılacak  alıntı  ve  kopyalamalara  açıktır.Burada  amacım  teşekkür beklemek ya da kendi ismimi zikrettirmek değildir. Sadece çalışılıp , emek verilerek hazırlanmış bu makalenin internette ki kaynağı belli olmayan pekçok  yazı  gibi  sadece “kopyala  yapıştır“  mantığı  ile  sağa  sola  emek edilmeden  yapıştırılmış  değersiz  bir  internet  makalesine  dönüşmesini istemediğim içindir.

Diğer bir husus ise şudur. Bu makalede pek çok farklı makaleye , teze, yazara ve belgesele başvurulmuştur. Bir kısmına atıfta da bulunulacaktır. Bu kaynaklar içerisinde akademik kaynaklar olduğu gibi akademik olmayan kaynaklarda mevcuttur.Bu makale akademik kaygılarla yazılmamıştır ve de  akademik  bir  makale  gibi  okunmamalıdır.Bu  nedenle  bu  makaleyi referans  alacak  şahısların  bu  hususa  dikkat  etmesi  gerekmektedir.Bu makalede ele alınan konu  %  100 doğrulukla anlatılmak istenilmişse de buna ulaşılamamıştır. Bunun nedeni kaynakların pek çoğunun internetten erlenmiş olmasır. Zira internet bilgiye ulaşmada çok önemli bir kaynakta olsa  içinde  kocamanda  bir çöplük barındırmaktadır. Genel  içerik  olarak doğru olduğuna inanılan bilgiler ve referanslar kullanılmıştır. Bu makale ile amacım insanlara basit bir dille, kapsamlı ve türkçe olarak bu kılıçları tanıtmaktır. Burada bazı tarihi bilgiler kronolojik olarak erilecektir. Bununla birlikte kılıç  tarihinin  tüm  bir  kronolojisi  verilmeyecektir. Zira  bu  makalede ortaçağda şövalyeler tarafından yaygınlıkla kullanılmış , haçlı seferleri ile dedelerimizin karşılaştığı bugün yabancı literatürde “şövalye kılıcı” olarak geçen  kılıçlar  ile  bu  kılıç  formuna  önderlik  etmiş  bazı  kılıçlardan bahsedilecektir. Elbette ki burada ismini zikretmediğim bazı kılıçlar tarihi gelişim   açısından   önemli   basamaklardır. Ortaçağ   şövalye   kılıcının gelişimine uzaktan veya yakından katkıları da olmuştur. zikretmediğim  kılıçlar  önemsiz  yahut  bu  formun  gelişiminde  etkisiz değillerdir. Yalnızca  belirli  bir  döneme  odaklanıldığı  için  bu  makalede zikredilmemişlerdir. zikretmediğim  kılıçlar  önemsiz  yahut  bu  formun  gelişiminde  etkisiz değillerdir. Yalnızca  belirli  bir  döneme  odaklanıldığı  için  bu  makalede zikredilmemişlerdir.

İlk Adımlar:

Her ne kadar bahsedeceğimiz kılıçlar demir ve çelik çağına ait kılıçlar olsada bu kılıçlara gelinceye kadar olan süreci özetlemek faydalı olacaktır.

Alet üretim fennine “ teknoloji” demekteyiz.Hikayemiz insanoğlunun ilk aletleri üretmesiyle    başlamıştır.İlk    insanlar    kendilerini    yabani hayvanlardan  ve  diğer  insanlardan  koruyabilmek  için  ilk  silahları yaptılar.Kullanılan materyaller ise obsidyen gibi çeşitli kayaçlardı.

İnsanoğlunun  bir  sonraki  aşamaya  geçebilmesi  için  epey  bir  zaman gerekmiştir.Alet yapım ilminin gelişebilmesi için devrimsel bir yeniliğe ihtiyaç vardı.İnsanoğlu bu aşamayı metali kullanarak aşabildi.

İlk kullanılan metal bakırdı ve tahminen milattan önce  5000 yıllarında kullanıldı.Nabit  bakır  doğada  çok  sınırlı  miktarlarda bulunmaktaydı.Bu nedenle bakır ilk zamanlarda yalnızca takı olarak kullanıldı.Ergitmenin bir oksit indirgeme prosesi olarak keşfi m.ö.  4000 yılında Mezopotamya’da olmuştur.Milattan önce  4000 yılında persliler iki şey keşfettiler.Malakit minerali yüksek miktarda bakır içermektedir.Odun kömürü ile ergitilen malakit bir süre sonra saf bakıra dönüşebilmektedir.

Odun   kömürü   karbon   içermektedir.  Yeterli   ısı  sağlandığında(1200 santigrat)   tepkime   gerçekleşmektedir.Oksitli   olan   cevher   karbonla tepkimeye  girmekte  ve  CO2  ile  su  oluşmaktadır.Tepkimenin  yegane sonucu olarak metalik bakır ortaya çıkmaktadır.

Odun  kömürü  en  büyük  keşiftir.Yerini  kömüre  bırakıncaya kadar tarih sahnesinde  uzunca  bir  süre  kalmıştır.Odun  kömürü  yalnızca  bakır  için önemli değil demir-karbon alaşımı olan çelik içinde bir mihenk taşıdır.

1 libre ( yaklaşık 453 gr) odun kömürü elde edebilmek için 70 lb (yaklaşık 31,75  kg)  ağaca  ihtiyaç  duyulmaktaydı.1  libre  bakır  için 20  libre odunkömürüne  ;  1  libe  demir  içinse   8  libre  odun  kömürüne  ihtiyaç duyuLmaktaydı. Görüldüğü üzere bahsedeceğimiz kılıçlara gelinceye kadar yaşanmış en büyük gelişme odun kömürünün keşfi olmuştur. Kendisinden sonra gelecek tüm gelişmelerde anahtar rol oynamıştır.

Sonraki   dönemde   insanoğlu   metali   döverek   metali   daha   da sağlamlaştırabileceğini keşfetti.Fakat sağlam kılıçlar yapabilmek için bu da  yeterli  değildi. Milattan  önce 3000  yılında  insanoğlu  alaşımları keşfetti. Metalin  başka  bir  metalle  birleştirilmesi  o  metali  daha     da sertleştirip , sağlamlaştırıyordu. Elbette ki insanlığın ilk ürettiği alaşım bir bakır alaşımı olan bronzdur. İçerisine yalnızca % 5-10 oranında kalay ilave edilmesi bakırı  çok  sağlam  hale getirebilmekteydi. Bronzun  esneme dayanımı en yüksek bakır alaşımı olduğu çok sonraları keşfedilecektir. Zira kalay  –  bakır  alaşımı  en  yüksek  esneme  dayanımına sahiptir  ve  diğer metallerin aksine çok az kalay gerekmektedir.

Böylece  insanoğlu  ilk  sağlam  kılıçları  yapabileceği  metali  keşfetmiş oluyordu.Dolayısıyla kılıçların tarihi gelişimi bronz kılıçlarla başlamış , demir kılıçlarla devam etmiştir.Çelik kılıçlar ile son bulmuştur.

Bronz kılıçlar kılıç formunun  gelişiminde oldukça etkili olmuştur.Ayrıca metalurjik gelişim açısından bronz devri kılıçları es geçemeyiz.Başlangıçta da zikrettiğimiz üzere anlatacağımız kılıçlar demir ve çelik dönemi kılıçlar olduğu için bronz kılıçlara bu makalede yer verilmemiştir.Ancak demir ve çelik olan kılıçlara kadar geçen sürecin bilinmesi adına böyle bir girişin yapılması doğru bulunmuştur.

İleride ele alacağımız kılıç çeşitlerinde de metalurjik ve teknik gelişim verilmeye çalışılacaktır.Zira 6500 yıllık bir sürecin yalnızca 1500 yıllık bir kısmını anlatmanın kopukluklara neden olabileceği düşünülmüştür.

  1. Gladius:

Roma imparatorluğunca İsadan önce 3. yüzyıl ile İsadan sonra 4. yüzyıl arasında  kullanılmıştır.Gladius  kelimesi  Roma  dilinde  kılıç  anlamına gelmektedir.Sanılanın aksine gladyatör kelimesi gladiustan türemiştir ve kılıç kullanan kişi anlamına gelmektedir.

Pilum   yakın   mesafeden   hasma   fırlatılırdı.Kalkanlı   rakip   kendisini korumaya çalışırdı.Pilum zaten kısmen hasmı yaralamak kısmen kalkanın direncini kırmak için kullanılırdı.Bir kere delinen bir kalkandan pilum u savaş esnasında çıkaramazdınız.

Pollice Verso *oil on canvas *97,4 x 146,6 cm *1872

Bunun   ardından   genelde   kalkan   savaşı   yapılırdı.Romalı   askerler kamlumbağa  savunması  dediğimiz  düzene  geçerdi.Kendisine  saldıracak hasma kalkanların arasındaki boşluklardan gladius ile saldırırdı.Bu nedenle kesmek   ve   delmek   bir   Romalı   lejyonerin   en   çok   kullandığı tekniklerdi.Gladiıs   ise   bu   ihtiyaçlara   cevap   verebilen   en   uygun platformlardan biriydi.

Gladius  ilk  zamanlar  demirden  sonraları  ise  çelikten  yapılmıştır. Bu dönemde çoğunlukla kösele ve bakır zırhlar kullanılmaktaydı. Eğer biraz daha  zengindiyseniz  bronz  zırhlarda  kullanabilirdiniz.Gladius  hem  bu zırhlara  karşı  hem de  bu  metallerden  yapılan  kılıçlara  karşı  etkinliğini ortaya koydu.

Şimdi tarihsel gelişimi içerisinde ana gladius tiplerinden bahsedelim:

Gladius Hispaniensis:

Bıçak uzunluğu yaklaşık olarak 55 cm idi.Baştan başa uzunluğu  70 cm civarındaydı.İsadan önce 20 yıllarına kadar Roma ordusunda kullanıldığı tahmin  edilmektedir.Tam  ortasına  doğru  hafifçe  incelen  bir  yapıya sahipti.Yaprak formu dedğimiz forma benzetilebilirdi.

Gladius Mainz:

Muhtemelen İsa’dan önce 13 yıllarında üretilmeye başlamışlardır.Kılıçlar Mainz’de imal edilir  ; yaygın olarak kuzeye satılırdı.Daha uzun bir uç kısma sahipti.

Gladius Fulham (Mainz Fulham):

Thames nehri dibini tararken bulunan bu kılıca bulunduğu yörenin ismi olan Fulham verilmiştir.Yapılan araştırmalarda kılıcın Romanın Britanya adasını işgal ettiği dönemden kaldığı anlaşılmıştır. Tahminen İsadan sonra 40’lı  yıllarda  kullanılmaya  başlanmış  ve  o  yüzyılın  sonuna  kadar kullanılmıştır. Üçgen şeklindeki ucu ile mainz tipinden ayrılmaktadır. Bu kılıcın kendisinden sonra gelen   pompenianus ile mainz tipi arasında bir geçiş modeli olduğu tahmin edilmektedir.

Gladius Pompeii (Pompeianus):

İsmini  bir  Roma  kenti  olan  Pompei  den  almıştır.Gladius  evrimin  son halkası olan bu kılıç ayrıca en popüler olanıdırda.Üçgen şeklinde ki bir uca ve birbirine paralel iki kesici kenara sahiptir.Tüm gladius tipleri içerisinde
en  kısa  olanıdır. 50  cm bıçak  uzunluğuna ve  65  cm toplam  uzunluğa sahipti.

Gladius Roma impatatorluğunun düzeni ve otoritesini temsil etmiştir.Bir gladiusun  ölçüleri  değiştirilemezdi  tıpkı  Roma’nın  düzeni  gibi.Hiçbir Romalı  asker  gladiustan  başka  kılıç  taşıyamazdı.Bugün  bile  bazı  özel operasyon birliklerinin simgesi gladiustur.(Gladiusu yine bir bıçak olan fairbainle karıştırmamak gerekir.Çünkü o apayrı bir bıçaktır ve armalarda kullanılır.Ayrıca apayrı bir öyküdür)

2)Spatha:

Romalıların  kullandığı  kılıçlardan  bahsetmiştik.Roma  imparatorluğunun gün batımına gelmiştik.Roma imparatorluğu Cermenik kavimler ile savaş halindeydi.Germen  savaşçıların  gladiusa  cevabı  ise  spatha  idi.Spatha yaklaşık 75 cm   uzunluğunda olan bir kılıçtı.Özellikle saplama hamlerinde tüm  gladius  çeşitlerinden  üstün  olduğu  aşikardı.Scutum(Roma  savaş kalkanı)  ile  korunan  romalı  lejyonerin  uzanamayacağı  bir  mesafeden saplama saldırısı yapma imkanı sağlıyordu.

Roma   sınırlarını   koruyabilmek   için   savaştığı   uluslardan   yedekler toplamaya  başladı. Uzun  kılıçların  Roma  ordusunda  ilk  kullanılmaya başlaması  kelt  atlı  yedekleri  ile  oldu. Tarihler  İsa’dan  Sonra   1.yy göstermekteydi. Ayrıca cermenyedekiler de spathaları ile geldiler. Sonrasında tüm Roma atlı birlikleri tarafından spatha kullanılmaya başladı. 2yy ile 3yy da ise Romalı piyadeler tarafından da kullanılmaya başladı.

Üçüncü yüzyıl ve sonrasında Roma imparotorluğu sınırları içerisinde ve kıta Avrupasının  hemen  hemen  her  yerinde  kullanılan  tek  kılıç  haline geldi.Kavimler  göçü  döneminde de  popülerliğini    yitirmedi.Bazı değişikliklerle MS 1000 yılına kadar kullanılmaya devam etti.

Spathanın   gladiusu   alt   etmesi   bir   anlamda   Romanın   otoritesinin kaybıydı. Gladius nasıl ki tek tip oluşuyla Romanın düzen sembolü idiyese spathada bir o kadar dağınık cermen kavimlerin sembolüydü. Spatha için belirli  ölçüler  yoktu.75-95  cm  arasında  olabilmekteydi. Hiç  bir  kılıç birbirine      benzemezdi.Tam    anlamıyla    dağınık       kavimlerin sembolüydü. Arkeolojik  keşiflerde  bulunan  spathaların  kime  ait  olduğu kestirilememektedir.Çünkü bu kılıçlar Romalı askerlere de ait olsalar da germen savaşçılarının kılıçlarından hiçbir farkkı yoktur.Bunun iki istisnası
Roma imparatorluğunda kullanılan 1 yy spathası ile 3.yy da kullanılmış olan Lauriacum-Hromowka   isimli kılıçlardır. Bu iki kılıç tipide gladius pompeinin   daha   uzun   şekilleriydi. Buna   rağmen   Spathanın  gladius pompeiden türediği konusunda ortak bir kanıya varılabilmiş değildir.

Spatha isminin tam olarak nereden türediği belirli değildir. Buna rağmen spatha  kelimesinden  pek  çok  dilde “kılıç”  anlamına  gelen  kelime türemiştir. Bunların biri de İspanyolca espada kelimesidir ki dilimizde de kılıç  anlamına  gelen  ispata  kelimesinin  bu  kelimeden  geldiği  şahsım tarafından tahmin edilmektedir.

Kıta  Avrupa’sında   çeliği   ilk   üretenlerin   Vikingler   olduğu   tahmin edilmektedir. Tarih olarak ise günümüzden 2000 yıl öncesi olduğu tahmin edilmektedir. Milattan sonra 2 ve 3yy. da pattern welding (pattern kaynağı) isimli kullanılmaya başlandığını görüyoruz .Bu teknik ile ilgili ayrıntıları ayrı bir başlık altında etraflıca inceleyeceğiz. Bununla birlikte bu tekniğin şimdi bahsettiğimiz Spatha ile ilerde bahsedeceğimiz Viking kılıcı için önemi büyüktür. Cermen savaşçıların kullandığı bir kısım spatha’larda ve diğer  farklı  kılıçlarda  bu  tekniğin  kullanıldığını  biliyoruz  lakin  Roma imparatorluğu bu tekniğe çok yüz vermemiştir. Kılıçlarını tek parça olarak demirden ve çelikten dövmeye devam etmişlerdir.

Pattern Welding (Patern Kaynağı)  Tekniğine Bir Bakış:

Tekniğin 2. ve 3. yy da kullanılmaya başladığından bahsetmiştik. Bilindiği gibi çelik  iyi ağız tutar ve sağlamdır da ama ölümcül bir dezavantaja sahiptir. Baskı  altında  plastik  davranış  gösterir  yani  aşırı  zorlandığında kırılır. Demir ise çelik kadar sağlam değildir ve iyi ağız tutmamaktadır da ama elastik davranış göstermektedir. Bu da baskı altında ona kolay kolay kırılmama özelliği vermektedir. Ustalar bu sorunu iki metali birbirine demir ocağında kaynatarak çözdüler. Ayrıca bu şekilde karbon kılıca eşit oranda yayılabilirdi. Demir  çubuklar    ile      çelik  çubuklar     birbirlerine kaynaklanırdı. Uzmanlar  aslında  böyle  bir  çözüme  gidilmesinin  nedeni ustaların metalurji bilgisinin zayıf olmasına ve elde edilen çeliğin hala uygun olmamasına bağlamamaktadırlar.

Bu yöntemi ilk kullananların Keltler olduğu tahmin edilmektedir. Teknik kolay   bir   teknik   değildi. Ağır   çekiçlerle   uzun   süre   çalışmayı gerektiriyordu Öyle  ki  bir  usta  bir  ayda  bir  veya  iki  kılıçı  ancak tamamlayabiliyordu.Ortaya  çıkan  kılıça  asit  ile  muamele  edildiğinde desenler oluşmaktaydı. Bu teknik sonraları yapısal nedenlerden değil görsel nedenlerden dolayı tercih edilmeye başlandı. Desenler o kadar önemliydi ki çubuklar burularak birbirine kaynatılmaya başlandı. Bu burgular üzerinde oynanarak  değişik  desenler  elde  edilebilmekteydi. Yöntem 6  ile 7 yüzyıllarda en yüksek seviyesine çıktı. Bu tarzda yapılmış kılıçların en büyük    müşterileri     Vikinglerdi. İleride       Vikinglerin    kılıçlarından bahsedeceğiz. Avrupa tarihinde önemli bir yeri olan ve Viking çağı(8 -11yy arası)  denen  dönemde  bu  kılıçlar  ön  plana  çıktı. Viking  çağının  son bulmasıyla bu teknik bir çöküş dönemine girmiştir ve tarih sahnesini terk etmiştir.

Haçlılar  Dımışki  ile  haçlı  seferleriyle  ile  karşılaştı. İlk  haçlı  seferi  ile Viking çağının bitişi arasında yaklaşık yüzyıllık bir dönem vardır.Dımışki ile karşılaşan haçlılar.Bu tekniğin pattern kaynağı olduğunu düşündüler.Bu kılıçlara Şam işi anlamında Damascus ismini verdiler.Dımışki kılıçların bir taklidini yapabilmek için çok uğraş verdiler.Bu nedenle bu tekniği yeniden diriltiler ama başarılı olamadılar.

Teknik 20. yüzyılda teknik yeniden doğdu. Üretilen ürünlere Dımışki için kullandıkları  Damascus  ismini  kullanmaya  devam  ettiler.Şüphesiz  ki tekniğin yaygınlaşmasında en önemli etken Dımışki kılıçlara karşı olan ilgileriydi ama tek neden bu değildi.Pattern kaynağı çok zor ve uzun uğraşı gerektiren bir teknikti. Yiriminci yüzyılda ortaya çıkan yenilikler (hidrolik pres   tipi   çekiçler   ve   diğer   el   aletleri)   bu   tekniğin   kolayca uygulanabilmesine  olanak  tanımıştır.Ustalar  Dımışki  kılıçlar  üzerindeki desenleri taklit edebilmek için uğraştılar ve sonunda başarılı oldular.

Dımışki üzerine araştırma yapan uzmanlar Dımışkinin apayrı bir teknik olduğunu  ortaya  koydular. Buna  rağmen  ustalar  ürettikleri  ürünlere Damascus demeye devam ettiler. Bugün bu tabir o kadar popülerdir ki biz bile  her  gördüğümüz  desenli  bıçağa  Damascus  demekteyiz. Aslında bu kelime  Dımışki  anlamına  gelse  de  ortadaki  ürünler  gerçek  Dımışki ürünlerin  yalnız  görsel  kopyalarıdır. Dolayısıyla  bu  tabiri  ne  kadar  hak ettikleri tartışılır.Zira ürünlerin pek çoğu pattern kaynağı ile yapılmıştır.

Bununla birlikte bu tekniğin Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu düşünen bazı  ustalar  Viking  çağında  yapılmış  kılıçlardaki  patternleri  bulup keşfederek o teknikleri eserlerinde kullanmaya başladılar. A.S. Jordan ve Jake Powning gibi bazı isimler örnek gösterilebilir. Bu isimler müzeleri gezmekte, eserleri  incelemekte  ve  mitleri  ovalamaktadırlar. Aslında  çok net olmasada   modern    ustalarda    gelenekselcilerin    ayrıldığını görmekteyiz. Bazı ustalar sadece modern metodlarla modern ürünler ortaya koyarken bazı ustalar klasik metodlarla ama modern malzeme ve metalurji  bilgisi  ile  geleneksel  örnekler  koyarak  geleneği  devam  ettirmeye çalışmaktadır. Viking  kılıçlarını  tanımadan  evvel  bu  tekniği  tanımak  bazı  şeyleri kavrayabilmek  adına  oldukça  önemlidir. Zira  teknik  bilinmeden  viking kılıcından  bahsetmek  okuyucunun  bu  kılıçları  anlamamasına  neden olabilecektir.

3)       Viking Kılıcı:

Viking kılıcı   Spatha formundan türetilmiştir.Aslına bakılırsa Viking kılıcı bir çeşit  spathadır.Göçler döneminde spathadan evrilmiştir. Viking kılıcı ismi sadece Vikingler tarafından kullanıldığı için verilmemiştir.Bahsetmiş olduğumuz  Viking  çağında  tüm  Avrupa’da  bu  kılıç  tipi  yaygınca kullanıldığı için bu tarz kılıçlara bu isim verilmiştir.11. Yüzyıldan sonra bu tarz kılıçlarda daha geniş balçakların kullanılmaya başlamasıyla tamamen şövalye kılıcına dönüşmüştür.

Bu  kılıçlardan  bahsetmeden  evvel Vikinglerden  bahsetmek  daha  doğru olacaktır.Her ne kadar   Viking çağında kullanılmış tüm kılıçlara Viking kılıcı denmişse de o çağı meydana getiren Vikingleri tanımadan kılıçlarını tanımaya çalışmak zihinlerimizi fazlasıyla zorlayacaktır.Diğer bir neden ise  Hollywood  yapımlarıyla  kafamızda  oluşan  yanlış  algılardır.Hatta  o dönemin  hakkını  vererek  anlatmaya  çalışan  bazı  filmlerde  bile  bazı eksiklikler bulunmaktadır.

Her  birimiz  Vikingleri  boynuzlu  miğferler  taşıyan  barbarlar  olarak tanıyoruz.Aslında  gerçek  öyle  değildir.Vikingler  boynuzlu  miğferler giymezlerdi.Elbetteki   biz   Vikinglerin   giyiminden , kuşamından bahsetmeyeceğiz.Yine  de  Vikinglerin  silahlarını  tanımamız  bizim  için önemli    olduğundan    Vikinglerin    silahlarından    ve    zırhhlarından bahsedeceğiz.

Sanılanın aksine tüm vikingler kılıç taşımazlardı.Bahsettiğimiz gibi kılıç yapımı uzun ve zorlu bir süreçti.Arkeolojik kazılarda ve viking mezar sitelerinde   bulunan   kılıç   sayısı   diğer   silahlardan   sayıca   oldukça azdır.Kılıçların bu kadar nadir olması onları pahalı hale getiriyordu.Bu nedenle yalnızca çok zengin savaşçılar kılıç sahibi olabilirdi.Doğal   sonucu olarak kılıç zenginliğin sembolü haline geldi.Yine de soylu olmayan bazı savaşçıların  kılıç  sahibi  olduğunu  biliyoruz.Kılıç  zenginliğin  sembolü olduğunu  kadar  savaşçının  da  sembolüydü.Her  ne  kadar  elimizde  bir kılıcın değerine ait net veriler olmasa da Viking sagaları kılıçların maddi değerleri  hakkında  bize  bazı  bilgiler  sunmaktadırlar.Bir  sagada  savaşçı kılıcını geri alabilmek için tüm zenginliğinin yarısını vaadetmektedir.Yine aynı    sagada    ise    bir    kılıca 16    adet    sağmal    inek    değeri biçilmektedir.Kılıçlara  aile  yadigarı  olarak  bakıldığı  için  onların  kaybı felaket olarak nitelendirilirdi.

Artık yalnızca gücü yeten kişilerin kılıç sahibi olduğunu biliyoruz. Şimdi kılıç  almaya  gücü  yetmeyen  savaşçıların  silahlarından  bahsedelim.  Bir Viking   savaşçısının   en   çok   kullandığı   silah   mızraktı. Mızrak   ile avlanabilirdiniz. Uzun  bir  erime  sahipti  ve  gerektiğinde  bir  cirit  gibi fırlatılabilirdi. Dolayısıyla  pek  çok  savaşçının  favori  silahıydı. Göğüs göğüse muharebeler içinse tercih baltadan yana olurdu. Genellikle o dönem için   tipik   olan   iki   balta   çeşidi   vardı. Bunlardan “dynax”  olarak isimlendirileni  genellikle  bir  adam  boyunda  olurdu. Yalnızca  savaşlarda kalkanlarla oluşturulan piyade hattı yarmak amacıyla kullanılırdı. Zira bu ağır baltalar dönemin kalkanlarını arçalayabilirlerdi. ”Francesca” olarak bilinen baltalar ise küçük el baltalarıydılar.İcab ederse yakın mesafeden rakibe fırlatılabilirlerdi. Genellikle belde iki adet taşınırlardı.

Vikingler kendilerini rakiblerine karşı koruyabilmek için ahşap kalkanları kullanılırlardı.Üzerlerine ise genellikle zincir zırh giyerlerdi.Zincir zırhlar kesici silahlara karşı belirli bir koruma sağlamaktalardıysada mızrak gibi delici aletlere karşı koruma seviyeleri sınırlıydı.

Vikingler kılıca oldukça fazla değer verirdi.Viking kılıçlarının pek çoğu pattern  kaynağı  metodu  ile  yapılırdı.Vikingler  kılıçlarının  balçak  ve topuzlarında  altın ,gümüş , bronz  ve  bakır  gibi  değerli  metallerle süslerlerdi.Kabzada  ahşap,  deri,  fildişi  ve  kemik  gibi  malzemeler kullansalarda bazen tek parça değerli metalden yapıldığıda olurdu.Ayrıca Vikingler balçak ve topuzlarda işlemelerde yaparlardı.

Vikinglerin   kılıca   verdiği   değeri   onlara   isim   vermelerinde   de görebiliyoruz.Vikingler   silahlarına   ve   kılıçlarına   isimler   verirdi.Bu isimlerin   bir   kısmı   sagalarda   geçmektedir.Bu   isimlerden   bazıları şunlardır: Savaşın  parıltısı,savaş  yılanı,  kalkanların  yaralayıcısı,bacak ısıran… . Tüm   bunlar   Vikinglerin   silahlarını   içselleştirdiğinin   bir kanıtıdır.Özellikle kılıçlar sagalarda    oldukça    cömert    biçimde betimlenmiştir.

Vikinglerin  kılıçlarını  daima  keskin  tuttuklarını  ve  onları  sık  sık bilediklerini biliyoruz. Anlaşılmaktadır ki Vikingler için kesme ve yarma hareketleri   önemlidir. Buna   rağmen   kılıçların   birbirine   vurdukça çentildiğini ve kısa sürede köreldiğini biliyoruz. Bazı sagalarda bu durum anlatılmaktadır. Böyle bir duruma gelmiş kılıç olabildiğince tamir edilerek kullanılmaya  çalışılırdı. Uzmanlar  bazı  kılıçlar  için  servis  ömrü  olarak birkaç yüzyıl biçmektedir. Bu tez kılıçların nesilden nesile bırakılması ve bazı kılıçların   üzerinde   bulunan   farklı   dönemlere   ait   izler   ile desteklenmektedir.

Artık  Vikingler  için  kılıcın  ne  anlam  ifade  ettiği  ve  ne  olduğunu biliyoruz. Şimdi bu kılıçlardan teknik olarak bahsedelim. Viking kılıçlarının iki   tarafıda   keskindir. Pek   çok   kılıçta   bu   iki   yüzey   birbirine paraleldir. Norveç   bölgesinde   bazı   tek   tarafı   keskin   kılıçlara   da rastlanmakta   ise   bunlar   istisnadır. Kılıç   burun   bölgesinde   biraz incelir. Viking kılıclarının en önemli özelliklerinden birisi ise kılıcın tam ortasında  bulunan  ve  neredeyse  tüm  kılıç  boyunca  devam  eden  kam oluğudur. Kan oluğu bu kılıçların ölümcüllüğünü bir kat daha arttırdığı gibi kılıcın ağırılığında hafifletmektedir Ayrıca elmas kesitte(eşkenar dörtgen) kan oluğu kılıca ekstra dayanıklılık sağlamaktadır. Her ne kadar eski bir inanış gibi gözükse de A.S. Jordan bunu bir makalesinde matematiksel olarak  kanıtlamıştır. Bu   kılıçların   kesici  kısmı 60-90   cm  arasında değişmekle  birlikte  genellikle    70-80  cm  dir.Geç  Viking-erken  şövalye kılıcı  diyebileceğimiz  bazı  kılıçlarlar da  kesici  kısım   100   santime ulaşmıştır. Genel olarak Viking kılıçları 5-6 cm enindedir.

Viking kılıçları hakkında ilk tipolojiyi oluşturan Jan Petersendir. Petresen yaptığı  çalışmayı 1919  yılında  Norveçce  olarak  yayınlamıştır. Viking kılıçlarının  balçak  ve  topuz  tasarımları  kullanıldığı/yapıldığı  yüzyıllara işaret etmektedir. Petersen A harfinden Z ye kadar numaralandırarak bu kılıçları 26 tipe ayırmış ve ilk tipoloji oluşmuştur.

Sonrasında Dr R.E.M Wheeler   bu   tipolojiyi   basitleştirerek 7   tipe   ayırmıştır   ve   Roma rakamlarıyla  birden  yediye  kadar  sıralamıştır.Evart  Oakeshot  ise  bu tipolojiye    iki    adet    geçiş    dönemi    kılıcı    ekleyerek    tipolojiyi tamamlamıştır.Tip 10 dan sonra ise şövalye kılıcları başlamaktadır.

4)Şövalye Kılıcı:

Evet daldan dala atlıyoruz. Ancak sövalye kılıcın gelişimini anlayabilmek için şövalye kavramının gelişimini , Avrupa da harb taktiklerinin değişimini bilmemiz   gerekmektedir. Elbette   ki   bunu   yaparken   pek   çok   yere dokunmamız gerekecektir. Elbetteki pek çoğumuz İngiliz tarihine veya gül savaşlarına  aşina  değiliz. Bu  nedenle  yeri  geldikçe  bu  dokunduğumuz yerlerden etraflıca bahsetmemiz gerekecektir. Bu her ne kadar yazımızın ucunu kaçırmamıza neden olacaksa da konuyu daha anlaşılır kılacaktır.

Dördüncü yüzyıllardan itibaren Roma imparatorluğunun güç kaybetmeye başladığından  bahsetmiştik. Roma   artık   sınırlarını   koruyamaz   hale gelmişti. Yöneticiler uzak topraklardaki karakollarını korumaktansa onları terk etmenin daha makul bir çözüm olduğuna karar verdiler. Romanın en kuzeydeki toprağı günümüzde İngiltere dediğmiz Britanya adasıydı. Roma imp.  en  kuzeyden  güneye  yani  Romaya  gelebilmesi  yaklaşık  700  yıl sürdü. Bu dönem spatha ve viking kılıcı ile anlattığımız dönemin aslında tarihi  arka  planıdır. Şövalye  kılıcı  ise  bu  dönemin  sonrasında  gelişen olaylara bağlı olarak türemiştir.

Kaynaklar ne ad verilse versin bu dönemin mimarları Orta Asya’dan gelen atalarımızdı. Daha evvel görmedikleri bir savaş tarzıyla savaşıyorlardı ve bu savaş tarzı aslında tüm Avrupa savaş tarzının değişmesine de neden oldu. Çünkü  bu  askerler  süvariydiler. Atlıydılar  demiyorum. Bunun  bir nedeni var. Zira Roma ordusunda da atlı askerler bulunmaktaydı. Bununla birlikte orduda küçük bir kısmı temsil ederlerdi. Öncü birlik ve destek birliği olarak kullanılırlardı. Romalı atlı asker yegane olarak spatha taşıyabilirken Orta Asyalı savaşçı kılıç , ok ve mızrak taşıyabiliyor. Bunların hepsini etkili bir biçimde  kullanabiliyordu. Bunun  en büyük  nedeni savaşçının  atında eyer ve üzenginin bulunması idi. Romalı atlı bu cihazlara sahip değildi ve fazla silah taşıyamıyordu. Bu nedenle asla savaşlarda aktif rol oynayamazdı ve  oynayamamıştı. Sekizinci yüzyıldan   itibaren   üzengi  Avrupa’da kullanılmaya başlandı. İşte bu apayrı bir savaşçı sınıfının doğuşuydu.

Roma imparatorluğunun çekildiği yerlerde yavaş yavaş krallıklar oluşmaya başladı.Bu krallıkların hepsine değinmeyeceğiz. Bilmemiz gereken şey bu krallıkların mevcut otorite boşluğunu tam olarak dolduramamasıydı. Çünkü bu  krallıklar  Roma  imp.     aksine  düzenli  ordu  birliklerine  sahip değillerdi Ordular    paralı    askerlerden    ve    düzensiz    köylülerden oluşurdu. Doğaldır ki bu askerler iyi eğitimli değillerdi.

Avrupada savaş bu zamana kadar savaşlar hep piyade savaşı şeklinde yapılmıştı.İster Romalı olsun isterse Cermenik kavimler savaşlar hep piyadeler arasında geçerdi.Askerler ya saf düzeni alır yahut falanj oluştururdu.

Süvari taktikleri ilk olarak Cermen kavimleri arasında kullanılmaya başlandı. Dolayısıyla kılıçlardaki ilk değişimi boylarının uzamasında görülmüştür. Uzun boy binekli bir askere iyi bir erim sağlamaktaydı. Bununla birlikte artık kılıçlar tek parça çelikten dövülmekteydi. Geçiş dönemi kılıçlarının haricinde pattern kaynağını göremiyoruz.Bunun en büyük nedenlerinden birisi şüphesiz ustaların ısı kontrolü konusunda kendilerini geliştirmiş olmasıdır. Bu şekilde daha dayanıklı kılıçlar yapılabilmekteydi.

Buna rağmen süvarilerin en çok tercih ettiği silah kılıç değildi.Kılıç ikincil silah olarak tercih edilmekteydi.Pek çok Viking kökenli kavimin uzun eriminden dolayı mızrağı tercih ettiğinden bahsetmiştik.Viking kökenli kavimler at üzerindede mızrağı kullanmayı tercih ettiler.Öyleki mızrak daha sonra kargı efsanesine dönüşecekti.

Mızrak bir elde tutularak düşmana hücum edilmekteydi. Bununla birlikte kullanımı zordu. Bu nedenle üzerinde bazı değişiklikler yapılması gerekti. Bir mızrakla yapılabilecek en iyi vuruş onu koltuk altına alarak atını dörtnala sürerek mızrağın ucunun hasıma saplanmasını sağlamaktı. Mızrak daha da uzunlaştırıldı. Böyle bir ağırlığın momentini dengeleyebilmek için arkasına fazladan ağırlık eklenmesi gerekti. Bunu tıpkı küreklere benzetebiliriz. Bu silah kargıydı ve sonuç tahmin edilenin ötesinde ölümcüldü.

Kargı kendisini 1066 yılında yapılan Hastings savaşında kanıtlamıştır .Bugün Fransanın Normandiya bölgesine yerleşmiş olan Normanlar Vikinglerin bir koluydular.1066 yılında Normandiya dükü William ki sonradan fatih olarak anılacaktır İngiltere kıyılarına çıkarma yapmıştır. Gemileriyle birlikte çokca atda yanında getirmiştir. Bu atların yalnızca binek atı olarak getirilmediği kesindi ama İngilizler savaşa kadar bunun maksadını anlayamadılar. Bunlar norman süvarileriydi ve şövalyelerin atalarıydılar. Norman süvarileri yeni kargılarıyla silahlandırılmışlardı. Fatih William’ın süvarileri kesin bir şekilde savaşı kazanıp Britanya adalarını ele geçirdiler.1088 yılına kadar savunmacılar Norman işgalcilere galip gelemediler.

Tarihte biraz daha geri gidelim. Merak etmeyin zaten 1066 yılındayız çok fazla gerilere gitmeyeceğiz. Yalnıca birkaç yıl sene geriye Normandiyaya gideceğiz.Çünkü Williamın başarısının sırrı sadece kargıda değildi. Süvarilerinin eğitimindeydi. William süvarilerini çoğunlukla çocuklardan ve gençlerden seçmişti. Eğitimi en temelden veriyordu. Mottosu ise “küçük , küçüktü”. Şimdi kendimizi bu süvarilerden birinin yerine koyalım. Eğitimimizin ilk aşamasında karşımızdaki hedefe bineğimiz olmadan koşarak hücum etmesini öğrendik. İlk başlarda yürüyerek işe başladık. Kendimizi geliştirince ise artık elimizde kargıyla koşarak hücum edebiliyorduk. Kargıyı taşımayı ve dengelemeyi öğrenmiştik belki ama bu hala ata binebilmemiz için yeterli değildi. Sıradaki arkadaşımız tekerlekleri olan tahtadan bir attı.Biz bu ata binerken arkadaşlarımız bizi iteklerdi biz defalarca hedefimizi vurduktan sonra ancak gerçek bir ata binebilirdik. Bu at ilerde dörtnala gidene kadar epey bir zaman harcardık. En sonunda ise mezun olduğumuzda ise ortada at , silah ve kargıdan oluşan bir silah haline gelirdik. Koltuk altımızda 2-3 metrelik kargımız ile at üzerinde dörtnala giderken mızrağımızın 40 cmlik çelik ucunda bizim ve atımızın ağırlığı bulunurdu.Tamamen delebilmek amacıyla üretilmiş bu mızrak ucuna karşı piyadenin yapabilecek hiçbirşeyi yoktu. Soyluların aksine ucuz zincir zırhlarla donatılıydılar.

Mike loades “Weapons that made Britain” isimli tv programının kargı(lance) isimli bölümünde koltuklanmış bir kargı vuruşunun ne kadar etkili olduğunu bize göstermiştir.Koltuklanmış kargı vuruşu sadece zincir zırhla ile korunan piyade zırhını kolaylıkla delmiştir.

Onbirinci yüzyıldan itibaren soylular ve zengin şövalyeler levha zırhların ilk atası olan zırh gömleklerini(coat of plate) kullanmaya başladılar.Bu gömlekler ilerleyen yüzyıllarda brigandineye dönüşecekti.Bu zırhlar 6-7 adet büyük parçadan oluşur birbirine hareketli perçinlerle birleştirilirdi.Bu gömleği günümüzün balistik yeleklerine benzetebiliriz.Bu yeleklerde zaten zincir zırhın üzerine giyilirdi.Nispeten hafif olan bu yelekler yarma ve kesme saldırılarına iyi bir koruma sağlardı.Delme saldırılarına karşı da oldukça etkiliydi.Nispeten hafif olan bu gömleklerin iki biyük dezavantajı vardı.Birincisi giyen kişini nefes alış verişi kısıtlanırdı.Ayrıca zırh gömlek epey bir şangırtı çıkarırdı.

Mike Loades yaptığı kargı deneyinde zırh gömleği yaklaşık 1 cm çapında delinmekle beraber alltaki zincir zırh ve aketona zarar verememişlerdir.Bu şu anlama geliyordu:Soylu yara alabilecek ama ölmeyecekti.Bu levha zırhların yükselişini yeterince iyi açıklamaktadır.Günümüzde bile bu üstünlük bozulamamıştır.Günümüzün kurşun geçirmez kompozit zırh levhalarından bahsediyorum.Zira mantık değişmemiştir:Delici materyalin gücünü bir levha üzerine yayıp enerjisinin sönümlenmesini sağlamak.

Kargı savaş alanlarının hakimi olmuştu.Bu hakimiyeti süvari birliklerin en son kullanıldığı 1. Dünya savaşına kadar devam etti.Yalnızca ortada şöyle bir sıkıntı vardı.Bu şekilde savaşmak çok ciddi bir beceri ve eğitim gerektiriyordu.Bu nedenle süvariler(Aslında terminolojide ağır süvari olarak geçer.)arasında sınıfsal bir farklılık oluşmaya başladı.Onikinci yüzyıldan itibarense şövalyelik süvarilik ve soyluluk ile aynı anlama gelmeye başladı.Böyle bir savaşçı tam zamanlı bir askerlik hizmeti veriyordu.O zamanki orduların savaş zamanı askere çağrılan köylüler olduğunu söylemiştik.Ayrıca feodal düzende derebeylerde ellerinde asker bulundurabiliyor(veya askere alabiliyor) ve devamlı asker sayılıyorlardı.

Ağır zıhla donatılmış kargılı bir şövalyeye karşı piyadenin yapabileceği fazla bir şey yoktu.Yalnızca iyi eğitimli piyadeler falanj taktiği ile kısmen başarı sağlayabilirlerdi.Ağır süvarinin fonksiyonu düşman hatlarını delmekti.Süvarilerde hat halinde saldırmak yerine mızrak başı düzeni alırlar ve falanjı delerlerdi.

Levha zırhın bu denli iyi korumaya sahip oluşu süvariler  ve soylular arasında yayılmasını daha da kolaylaştırdı.Çünkü kargılı şövalyeye karşı koyabilecek yegane hasım yine kargılı bir şövalyeydi.(Bir dipnot olarak verelim ortaçağ turnuvalarınında temelinde bu yatar.Şövalyeler bu şekilde hem kendini geliştirir hemde barış zamanı birbirlerini sınardı.Şimdilik bu kafarıyla yetinelim.)

Aslında artık yarmak ve parçalamak yerini delmeye bırakıyordu.Savaş mantalitesinde yaşanan bu değişim kendisini silahlarda da gösterecekti.Levha zırhlar üretilmesi zor savaş gereçleriydi.Bu onları çok pahalı hale getiriyordu ve yalnızca soylular(zenginler) için alınabilir kılıyordu.Bu nedenle bu zırhları delebilmek kılıçlarında ilk amacı haline geldi.Çünkü bir şövalyenin kendisini alt edebilecek hasımı yine ağır zırhlı şövalyeydi.Kılıçların daha inceldiğini ve uçlarının sivrileştiğini görüyoruz.Her ne kadar şövalye kelimesi süvariler için kullanırsada soylular içinde kullanılmaktaydı ve hepsi atlı değildi.Zırhlar ağırlaştıkça silahlarda ona göre evrilmeye başladı.Şövalye kılıçlarının ana amacı delmek oldu.Elbette bu kılıçlar zırh delmek çok iddialı idiysede zırhların eklem noktalarındaki açıklıklar bu zırhların hassas noktasıydı ve ince uçlu bir kılıç bu noktadan sokularak hasım safdışı edilebilirdi.Bununla birlikte kılıç hiçbir zaman için bu iş için ilk tercih edilen silah değildi.

Tekrar tarihe dönelim.Britanya adasına 1314 yılına gidelim.Kargılı şövalye ortaçağ Avrupasının yenilmez fenomeni haline gelmişti.İngilizlerde bundan nasibini almıştı.Pekçoğumuz Bannockburn ve burada yapılan savaşı bilmiyoruz.Buna rağmen aslında biz bu filmi görmüştük.Nerede mi?Mel Gibsonun rol aldığı Brave Heart(Cesur yürek) filminde.

İskoçlar Robert Bruce önderliğinde İngilizlere isyan etmişlerdi.İngilizlerin en büyük kozu süvarileriydi.868 yılında büyük Alfred kalkan duvarıyla ilk Viking saldırısını püskürtmüştü.Yaklaşık 450 yıl sonra eski piyade taktikleri İskoçları işine nasıl yarayacaktı.Eddington savaşında Viking mızrakları kalkanlarla korunan safı geçemediler.(Böyle bir savunmaya karşı tek saldırının bu kalkanları ağır baltalarla parçalamak olduğunu ve hattı yarmanın gerektiğinden bahsetmiştim)

Robert Bruce buna karşı kalkan odası(Aslında büyük İskenderin kirpi taktiğine benzetelibilir.) taktiğini geliştirdi.Süvariler uzun mızraklara sahipti.Öyleyse oda daha uzun mızraklarla savunma yapabilirdi.Çok fazla imkana sahip olmayan Bruce askerlerine ormandan yaklaşık 6 metrelik uzun ağaç dalları kestirdi.Askerlerini falanj  haline soktu.Dörtnala giden atlar mızrakları görünce ürktüler.Süvariler kalkan odasını delemedi.Piyadeler ise ağır hezimete uğradı.

Artık Avrupada delici silahlara karşı yapılabilecek yegane savunmanın yine delici silah kullanmak olduğu tezi kanıtlandı.Gönderli silahlar piyadelerinde yegane silahları haline geldi.Kılıçların bu dönemde uzamaya başladığını görüyoruz.Bir mızrak boyu olan kılıçları bu sınıfa dahil etmesek bile kılıçlar artık 120 cm kadar ulaşmıştı.Kılıçların da gönderli silahlar gibi kullanılmaya başlandığını görüyoruz.Elbetteki bu kadar uzun kılıçlara tek elle hakim olmak oldukça güçtü.Bu nedenle bu kılıçlar çift elli kullanılmaktaydı.Bununla birlikte bu kılıçlar için çift elli kılıç tabirini kullanmıyoruz.Bu tabir mızrak boyu olan(1.8 m) olan ve  cermen paralı askerlerce kullanılan ve sadece (buraya dikkat) iki elle kullanılabilen kılıçlar için kullanılmaktadır.Bu kılıçlar kargılı süvarinin ve mızraklı piyadenin delemediği mızrak saflarını yarmak için için kullanılırdı.Elbette bir mızrakla kılıcın savaşı ilgi çekici olsa da konu üzerinde fazla duramayacağız.Yalnızca forlorn hope olarak adlandırılan birlikler tarafından kullanılırdı.Bu kılıçlar yaklaşık 40-50 cm lik kabzalara ve 120-130 cm kesici kısıma sahip olurlardı.Bu kılıçlar kısa bir dönemde 16 yy da kullanılmışlardır.Rönesans kılıcı olarak sayılırlar ve Oakeshootın tipolojisinde yer bulmamaktadır.

Uzayan kılıçlar oldukça ağırlaşmıştı yaklaşık ağırlıkları 2-3 kg ulaşmıştı.Bu kılıçların farklı şekillerde kullanılmasına olanak sağlamıştır.Keskin kılıçlarla zincir zırhı yarabilirsiniz.Bununla birlikte keskin kılıçlar çelik levhayı göçertebilmekte ve küçük bir kesik açabilmekteydi.Bu kesici ağız için oldukça tehlikeliydi.Zaten burada önemli olan saldırıyı yapanın gücü ve kılıcın ağırlığıydı.Basit bir fizik dersi moment=kuvvet çarpı kuvvet koludur.Bu şekilde rakibin zırhını delmeden ya  da yarmadan travma yaşatarak zarar vermek mümkün olabiliyordu.Kılıçlar bu nedenle artık bilenmeden ve neredeyse kör ama uçları bilenmiş olarak üretilmeye başladı.

Zırhı delmeden rakibe zarar vermek fikri pek çok silaha ilham kaynağı oldu.Bunlar savaş çekiçleri , baltalar, mızraklar ve bunların kombinasyonundan türetilmiş silahlardı.

Terör ve suikast okulu: Haşhaşiler

Avni Özgürel

Rudbar, İran’ın başkenti Tahran’ın kuzey-doğusunda Hazar Denizi’ne yakın bir vadi… Günümüzde meraklıların Alamut Kalesi’nden geriye kalan taş yığınını görebilecekleri dağa buradan çkılıyor. Kalıntılara bakarak bin yıl önce burada dönemin ‘Cennet Bahçesi’nin olduğuna; İran’dan başlayarak Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır’a kadar dört bir yana korku salan terör devletinin yönetim merkezinde bulunulduğuna inanmak zor…


Hasan Sabbah ve onun önderliğindeki Nizari İsmaili Devleti hakkında anlatılanların bir kısmı, ‘Bu kadarı da olmaz’ denilerek sıyrılsa dahi geriye hayli hacimli bir korku hikâyeleri külliyatının kalacağına şüphe yok.
Sabbah’ın 1050 yılında İran’ın Tus şehrinde doğduğu biliniyor. Kendisinin kaleme aldığı ‘Sergüzeşt-i Seyyidina’ adlı kitabın tek yazma nüshası, Moğol saldırısıyla düşen Alamut Kalesi taş üstünde taş kalmamacasına yıkılırken ele geçirilmiş, şimdi Tahran Kütüphanesi’nde. Sabbah’ın burada atalarının Güney Yemen’de hüküm sürmüş Himyeri kralları olduğunu ve oradan göç eden babasının birkaç yer dolaştıktan sonra Kum’a yerleştiğini iddia etmesi muhtemelen kendisine soylu bir geçmiş aramasından kaynaklanıyor.


Babası Ali bin Muhammed yaşadığı dönemde İmamiye Şiası’nın önde gelen âlimlerinden biri olarak biliniyor. Oğlunun iyi bir eğitim görmesini istediği için onu Muvaffak Lidinillah en Nişaburi’nin okuluna gönderdiği, orada gelecekte Selçuklu’nun en ünlü veziri olarak tarih sahnesine çıkacak Nizamülmülk ve Ömer Hayyam’la tanıştığı da… Rivayetlere göre üç arkadaş öylesine samimiyet kurmuşlar ki, içlerinde kim daha önce ikbale kavuşursa onun diğerlerine yardım edeceği konusunda yeminleşmişler. Sabbah otobiyografisinde Nizamülmülk’ün vezir olunca kendisine valilik teklif ettiğini ancak kendisinin merkezde bir görev istediğini ama kıskançlık sebebiyle bunun verilmediğini yazıyor. Gerçek ise biraz farklı: Nizamülmülk’ün bu isteği kabul ettiği ancak bir süre sonra Sabbah’ın kendi yerine göz diktiğini fark etmesiyle onu takip ettirdiği.

Batınilik
Hasan Sabbah’ın gerçek macerasının bu noktada başladığına şüphe yok. Mısır’a kaçıp orada Fatımi halifesi Mustansır Billah’la tanışması, ‘hüccet’ (vekil) seçilmesi ve Horasan’da irşad ve mezhebe davetle görevlendirilmesiyle ilk kez dini yetki almış oldu. Sabbah’ın Mısır’da da taht yarışındaki şehzadelerin çekişmesine karışmasında şaşılacak bir yan yok. Onun tarafını tuttuğu Nizar (Kurduğu devleti bu şehzadeye nisbet etti.) mücadeleyi kaybedince bir söylentiye göre hapse atıldı ve oradan kaçtı, bir söylentiye göre ülke dışına sürüldü.
Neticede yeniden İran’a döndü Sabbah. Ve Batınilik propagandasına başladı. Kuran’daki her ayetin açıkça görünen manaları dışında batıni (saklı, gizli) anlamlar taşıdığı ve bunların ancak imamlar tarafından bilindiği esasına dayanıyordu Batınilik. Mezhebe girenler zahirde bulunan (açıktaki) bütün dini vecibelerin cahiller için olduğu; batını bilenler için namaz, oruç dahil hiçbir ibadete gerek kalmayacağı, tüm dini yasakların kaldırılmış olduğu görüşüyle tanışıyorlardı. ( H. Sabbah’ın tarafını tuttuğu Nizar’a atfen Nizarilik diye anılan ekolün tek farkı kendilerinden olmayan herkesin sadık fedailer eliyle öldürülmesini dini vazife ve prensip sayması.)

Cinayet ve itaat
Sabbah amaçlarına ulaşmak için Rudbar Vadisi’ndeki Alamut Kalesi’ni en uygun yer olarak seçmişti. Beldetül İkbal adını verdiği kaleyi uzun sürecek saldırı ve kuşatmalara dayanması için aşılmaz bir engel haline getirdi, içine soğuk hava deposu işlevi görecek ve çeperlerine raf sistemi yapılmış kuyularla donattı. Dai’ler (davetçi) içinden Mükelleb (av için eğitilmiş köpek) adını verdiği grubun kandırdığı insanları kaleye toplamaya başladı. Bunlar adayı önce seçiyor, sonra onun zaaflarını araştırıyor, nasıl yaklaşacaklarına dair yapılan bir plandan sonra ‘teklif’i götürüyorlardı. Herkese vaat edilen cenneti hemen göstermekti. Kabul edip bunun şartı olarak afyonla kendinden geçen kişi gözünü Alamut’un iç bahçelerinde açıyordu. Her türlü meyvanın yetiştiği, aralarında dere şeklinde bir havuzun bulunduğu ve bölgeden özel seçilmiş güzel kız ve oğlanların hizmet verdiği bir bahçeydi burası. Mezhebe katılanlar, ahlaki ve dini bütün sınırlamadan kurtuldukları telkin sürecinde zevk devresi geçiriyorlardı önce. (Cemaatin Haşhaşiler diye anılması sonraki yıllara ait bir konu. Fransızcada katil anlamına gelen asasin kelimesinin de kökü bu topluluğun adından.) Ardından Sabbah’ın verdiği suikast emirlerini yerine getirmek için ‘Şifre’ denilen ve doğuda işkence sırasında deri yüzmek için kullanılan özel bıçaklarla eğitiliyorlardı. Görevi herhangi bir sebeple yapamayanın bahçeye geri dönmesi söz konusu olmadığı gibi hayatını sürdürmesi de imkânsızlaşıyordu.

Bu katil ordusunu ortadan kaldırmaya karar veren Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, onun emrini yerine getirmeye azmeden komutan Yoruntaş ardı ardına öldürüldüler. Nizamülmülk de hançer darbeleri altında can verdi. Melikşah’ın yerine geçen Sultan Berkyaruk dahil Selçuklu devletinin üst düzey yöneticilerinin hepsinin elbiselerinin içine zırh giymeden dışarı çıkmaya çekindikleri bir terör devresi yaşandı. Sabbah kendisini takiple görevlendirilen komutanları kimi zaman öldürüyor, kimi zaman parayla satın alıyordu. Sultan Sencer bir sabah uyandığında başucuna saplanmış bıçağı görünce bunun ‘Seni istediğimiz anda öldürebiliriz’ manasına geldiğini anlayıp onunla uğraşmayı bırakmıştı.


Hasan Sabbah 1124’te yerine Kaya Buzürg Ümid’i bırakarak öldü. Alamut kalesi 1272’ye kadar dayandı. 1256’da Moğol hükümdarı Hülagü, Haşhaşilerin o günkü lideri Rüneddin’i teslim olmasına rağmen öldürttü; Memlük hükümdarı Baybars ise 1272’de cemaati tarih sahnesinden sildi. Siyasi gücünü tamamen kaybetmiş olan mezhebin bugün takipçileri var mı sorusunun cevabı, evet. Gizli, küçük bir topluluk olarak, kendilerini kimi zaman Nuseyri kimi zaman İsmailiye diye tanıtan Haşhaşilerin İran ve Hindistan’da varlıklarını sürdürdükleri biliniyor..

Haşhaşi’ler ve onların yöntemleri doğuda dilden dile dolaşır. Tapınak Şövalyeleri ise savaş yetenekleri ve gizemli yaşam tarzlarıyla batı için bir kült haline gelmiştir. Tarihi derinden etkileyen bu iki tarikat Assassin’s Creed adlı oyunun yarattığı kurgusal geçmişte karşı karşıya geliyorlar. Daha önce Tapınak Şövalyeleri birçok oyuna konu oldular. Ancak ilk kez Haşhaşiler ya da diğer adlarıyla Suikatçi Kardeşliği’yle ilgili bir oyun var. Haşhaşileri bu kadar ilginç ve korkunç yapan yönetm ise şöyleydi: Tarikatın lideri Hasan Sabbah kendisine gelen gençlere özel uyuşturucular veriyordu. Daha sonra ise Cennet Bahçesi adını verdiği, içerisi güzel kızlar ve bitkilerle dolu bir mekana götürüyordu. Uyuşturucunun etkisiyle burasının gerçekten cennet olduğunu sanan gençler tekrar cennete geri dönmek için ölümü hiç korkmadan göze alarak Hasan Sabbah’ın suikastçileri oluyorlardı.

ASSASSIN’S CREED

Biz de Assassin’s Creed oyununda Altair adlı bir suikastçiyi oynuyoruz. Assassin’s Creed her ne kadar tarihi bir oyun gibi gözükse de aslında bilim-kurgu temellerine de sahip. Konusu hem 2011 hem de Haçlı Seferleri’nin süregeldiği 1191 yıllarında geçiyor. Bunu sağlayan ise Animus adlı bir makine. Oyunun yapımcıları bilimsel bir gerçeklikten faydalanıp bu teoriyi geliştirmişler. Bu makine bir insanın DNA’sında yeralan genetik hafızasını çözümleyip atalarına ait bilgileri bir simülasyon haline getiriyor. Kısacası Animus sayesinde atalarınız ne yaşadıysa onu siz de görebiliyorsunuz. Ancak makinenin bir kusuru var: Bu genetik hafızadaki bilgileri ancak olayın başlangıcından itibaren hatırlanırsa gösterebiliyor…

Animus karanlık kişilerin yönettiği bir şirketin elinde. Şirketin dünyayı ele geçirmekle ilgili planları var. Bunu gerçekleştirmek için ise Altair’in yüzyıllar önce bulaştığı bir olayı görmeleri lazım. Bu yüzden onun soyundan birinin izini sürerek kaçırıp makineye bağlıyorlar. İşte bu olay gelmiş geçmiş en ilginç aksiyon oyunuyla tanışmamıza neden oluyor. Zaten oyunun menüzleri de makineye göre ayarlanmış. Yeni bir oyun açtığımız zaman parça parça DNA dizinleri çıkıyor. Her bir dizin oynanılması gereken bir bölümü işaret ediyor.

Oyunun geçmiş zamandaki konusu ise şöyle: Tapınak Şövalyeleri yüzyıllardır kayıp olan Hz. Süleyman’ın tapınağını bulmuşlardır. Altair’in komutası altındaki üç kişilik özel bir suikastçi grubu tapınağa sızar. Aslında emirleri kesindir. Ancak Altair kibirli ve agresif bir yapıda olduğu için emirlere karşı gelip önüne geleni öldürmeye başlar. Böylece oyuncu da yavaş yavaş dövüş sistemini öğrenmekte. Tapınak içerisinde ilerlerken Altair ve ekibi, şövalyelerin lideri Robert De Sable ile karşılaşır. Tapınakçılar burada Hz. Süleyman’ın dillere destan hazinelerini aramaktadır. Bu bir sızma görevi olmasına rağmen, Altair karşısında en büyük düşmanlarını görünce bu fırsatı değerlendirmek ister. Takım arkadaşlarının karşı çıkmasına rağmen Robert De Sable’ya saldırır. Ancak işler planladığı gibi gitmez. Sayıca üstün olan Tapınak Şövalyeleri bu ufak haşhaşi grubunu kuşatırlar. De Sable ise Altair’i burada olanları anlatması için serbest bırakır.

Oyun için El Muallim yani “öğretmen” adlı kurgusal bir Haşhaşi lideri yaratılmış. Altair gördüklerini ona anlatmak için Şam’daki Haşhaşi kalesine gider. Muallim’e gördüklerini anlatır, ancak bu sorada Robert De Sable’nin yönetimindeki Tapınak Şövalyeleri kaleye saldırırlar. El Muallim, Altair’in cezasını erteleyip onu savaşa yollar. Bir süre savaştıktan sonra takikattan birisi sizden özel bir görev için yardım ister. El Muallim ile De Sable savaş pazarlıkları yaparken biz kalenin en yüksek kulesine tırmanıyoruz. Burada oyun Haşhaşilerin en büyük psikolojik savaş taktiklerinden birisi olan “inanç atlayışını” yapmamızı istiyor. Ölümden korkmayan Haşhaşiler liderlerinin emriyle korkusuzca yüksek yerlerden ölüm atlayışı yaparlardı. Bunu gören düşmanları ise dehşete kapılırdı. Biz de Muallim’in emriyle kendimizi kuleden aşağı bırakıyoruz, aşağıda gizlenmiş saman balyasına düştüğümüz için birşey olmuyor. Ardından gelen görevi tamamlayarak Tapınakçıların saldırısını savuşturduktan sonra Altair tekrar El Muallim’in karşısına çıkar. Altair tarikatının basit üç kuralını çiğnemiştir. Oyuna da adını veren bu üç kural Haşhaşiler arasında Suikatçinin İnancı olarak bilinir: Masumlar karşısında kılıcına sahip ol, düşmanlarının karşısında kendini sakla ve asla liderine karşı gelme. Altair, Suikastçinin İnancı’na karşı geldiği için el Muallim tarafından herkesin gözü önünde cezalandırılarak öldürülür. Ama aslında bu ufak bir oyundur. Altair kendine geldiği zaman karşısında yine Muallim’i görür. Muallim onu ölümden kendisini affettirmesi için geri getirdiğini söyler. Altair’e dokuz kişilik bir liste verir. Bu kişiler gizli bir kardeşliğin üyesidir. Amaçları Kutsal Topraklar’ı kendileri için ele geçirmek olan bu kardeşlik lidersiz bırakıp çökertilmelidir. Ancak oyunun ufak bir cilvesi olarak yeniden doğma işi fazla ciddiye alınmış. Altair ilk başlarda rütbesini kaybetmiş biri olarak tüm silahlarından ve gücünden yoksun hale geliyor. Bundan sonra her suikast görevini başardığımızda Muallim bize yeni bir silah veriyor. El Muallim’den ölüm listesini aldıktan sonra kendimizi yarı tarih, yarı kurgu bir maceranın içinde buluyoruz.

Oyunun devasa bir harita sistemi var. Şam, Kudüs ve Akra şehirlerine gidebiliyoruz. Bu şehirlerarasında yolculuk yapabilmemiz için ise Aslan Yürekli Richard’ın fethettiği Krallık topraklarında dolanmamız lazım. Krallık toprakları otoyol vazifesi görüyor. Ancak o bile kendi başına bir şehir sayılacağı için bu bölgede atla dolaşıyoruz. Atın tepkileri ve hareketleri çok gerçekçi olmuş. Dörtnala koşarken kontrol zorlaşıyor, bir engel ile karşılaştığı zaman ise üzerinden sıçrayarak yoluna devam ediyor. Etrafta yolumuzu bulmak için dolanırken oyunun en büyük yeniliklerinden biri ile karşılaşıyoruz. Diğer oyunların aksine Assassin’s Creed’de bulunan haritalar heryeri göstermiyorlar. Bu haritaları açmak için yüksek bir yere tırmanarak etrafımızı görmemiz lazım. Genelde kule, kilise ya da camii minaresine tırmanıyoruz. Tepedeyken Altair etrafı gözetliyor ve haritadaki belirli bir kısım görülür hale geliyor. Bu da Assassin’s Creed’in en gerçekçi yanlarından birisi.

Etrafı gözetledikten sonra Altair inmek için İnanç Atlayışı’yla kendini aşağıya bırakıyor, böylece yine aşağıda bulunan samanların üzerine düşüyoruz. İnanç seviyesi arttıkça Altair dövüşlerde daha etkili hale geliyor. Tırmanmak oyunda büyük bir önem teşkil ediyor. Sadece tek bir tuşla Altair oyundaki her binaya tırmanabiliyor. Aslında şehir içinde sokaklarda dolaşmak yerine binaların tepesine tırmanıp oradan hedefe ilerlemek daha etkili. Krallık bölgesinde dolaşırken şehir sınırlarına geldiğimiz zaman insanlar ve mekanlar değişmeye başlıyor. Yapımcılar o zamanki tarihi dokuyu ve farklı kültürlerin birarada yaşaması faktörünü oyuna çok iyi yansıtmışlar. Oyun içinde askerler ve halktan kişiler Türkçe, Arapça, İngilizce ve Almanca gibi bölgede hakim olan halkların dilleriyle konuşuyorlar. Ancak oyun bu dilleri rastgele olarak atadığından bazı komik durumlar da yaşanıyor. Mesela bazen Tapınak Şövalyeleri sizi Türkçe konuşarak kovalıyor…

Şehirlere girmek ise yine gerçekçi bir yapı eşliğinde bulmaca haline getirilmiş. Bazı şehirlere giriş serbestken Kudüs gibi kritik şehirlere girmek için ya akrobatik hareketleri kullanarak duvarlardan tırmanmak lazım ya da hacıların arasına karşımak lazım. Altair’in kıyafeti hem kendini kamufle edecek şekilde hem de o dönemdeki çeşitli halk grupları arasına karışmasını sağlayacak şekilde dizayn edilmiş. Beyaz ve kırmızı renklerin yoğunlukta olduğu bu kıyafet hem üç dine mensup hacıların hem de Haçlıların giydiği üniformaların renklerine uyuyor.

Assassin's Creed

Dolaştığımız şehirlerin sokakları ise müthiş bir gerçekliğe sahip. Satıcılar, askerler, sıradan insanlarla dolu bu şehirlerde bizden bağımsız olarak yaşam devam ediyor. Sokaklarda dolaşırken insanlar eşya taşıyorlar, alışveriş yapıyorlar ya da bir köşede oturup birbirleriyle sohbet ediyorlar vs. Şehirler kapalı çarşılar, ibadet yerleri ve hastanelere sahip. Üstelik her şehir kendi kültürünü en iyi şekilde yansıtıyor. Mesela Hristiyan, Müslüman ve Yahudi’lerin ortak yaşadığı Kudüs’te bu üç dini kültürün esintileri var. Ayrıca sokaklarda dolaşırken dilencilerle ve delilerle karşılaşıyoruz, bunlar etrafımızı sararak yürümemizi engelliyorlar.

Assassin’s Creed’in bizlere sunduğu eşsiz bir oynanış tarzı var. Dövüş sistemi, görevlerini yerine getirme, şehirlerde dolaşma hep oyuncunun seçimlerine bırakılmış. İstenilirse şehrin içerisinde dolaşılabilir ya da size saldıranlarla tek tek uğraşabilirsiniz. Ancak bu kesinlikle bir Haşhaşinin tarzı değil. Oyunun tüm zevkini tatmak için sessiz, hızlı ve ölümcül olmak lazım. Bu yüzden yapımcılar oyun için özel bir dövüş ve kaçış sistemi geliştirdi. “Free run” yani “serbest kaçış” adlı bu sistem sayesinde oyuncu hayal gücü doğrultusunda şehir sokaklarında istediği gibi dolaşabiliyor. İsterse çatıdan çatıya atlayıp gidilecek yere kolayca ulaşabiliyor. Ya da halkın arasına karışıp görünmeden gidebiliyor. Dövüş sistemi ise silahlara bağlı şekilde geliştirilmiş. Altair kılıç, hançer, fırlatma bıçağı ve oyunun en büyük özelliği olan gizli hançer silahlarına sahip. Gizli hançer sol eline taktığı bir eldivenden çıkıyor. Bu hançeri kullanabilmek için Altair yüzük parmağını kestirmiş, parmağın olması gereken yerden gizli hançer çıkıyor. Her ne kadar oyunun en ölümcül ve faydalı silahı da olsa bu hanöeri kullanmayı öğrenmek zaman alıyor. Ancak bir kere öğrenildi mi başka silahı kullanmaya gerek yok.

Altair binalarda bulunan çıkıntılara ve pervazlara tutunup istediği yere tırmanabiliyor. Böylece hem askerlerden kaçıyor hem de hedefine rahatça ulaşabiliyor. Bir suikastçinin dikkat etmesi gereken unsurlar oyuna en iyi şekilde yansıtılmış. Tırmanırken Altair’i birileri görürse onun hakkında yorum yapmaya ve laf atmaya başlıyorlar. Eğer etrafta asker varken bu hareketi yaparsak askerler alarm durumuna geçiyor. Bundan kurtulmak için temelde üç yol var. Birincisi bizi gören askerlerin hepsini öldürmek, bu en zor ve suikastçinin esaslarına uymayan yol. İkincisi halkın arasına karışmak, geliştirilen sistem sayesinde en kolayı bu yol olmuş. Altair başı sıkıştığı zaman şehirde bulunan hacıların arasına karışıp kaçabiliyor, tüm askerler hacılara büyük saygı duyuyor ve onlara dokunmuyorlar. Üçüncüsü ise Haşhaşilere en uygun yol, ölümden korkmayarak çatıdan çatıya atlayarak izini kaybettirmek. Free Fun özelliğinin tüm nimetlerinden yararlanılan bu yöntem sayesinde oyun daha eğlenceli bir hale geliyor. Her şehirde yapmamız gereken belli başlı görevler var. Bunlar haritayı açmak, öldürmeniz gereken kişi hakkında bilgi toplamak ve şehirdeki insanlara yardım etmek. Şehirdeki insanlara yardım etmenin sunduğu avantajlar da var. Bazen kendini bilmez askerler şehir halkını sıkıştırıp onlara eziyet ediyorlar. Eğer o kişileri kurtarırsak bu insanlar bize minnet duymaya başlıyorlar. Karşılığında ise Altair askerlerden kaçarken bu insanlar kendilerini yola atıyor ve askerleri tutarak onların geçmesini engelliyor. Bu gerçekçi özellik oynanışı kolaylaştırıyor.

Her şehirde Haşhaşilerin gizli büroları bulunuyor. Altair buraya uğrayıp ödüreceği kişiyi söylüyor. Büronun bu kişiye yapılacak suikaste izin vermesi için o kişi aleyhine bilgi toplamamız lazım. Bunu dabilgi karşılığı şehirdeki görevleri yaparak yerine getiriyoruz. Mesela halkın arasına karışıp gizlice kurbanlarımızın adamlarını dinliyoruz. Çift taraflı ajanlar bizden istedikleri kişileri öldürmemiz karşılığında bilgi vermeyi teklif ediyorlar. O kişi hakkında üç tane bilgi topladıktanj sonra büro beyaz tüy verip suikast talebini onaylıyor. Listemizdeki bu dokuz kişiyi öldürmek için Altair onların halk arasında olduğu yerleri seçiyor. Bu şekilde hem şanı artmış oluyor hem de Haşhaşi korkusu halklar arasında yayılıyor. Ana kurbanları öldürmek için en iyi yol gizli hançer, sıradan biriymiş gibi kurbanımızın yanından geçerken bir anda hançeri ona saplıyoruz. Etraftaki insanlar kurban yere düşene kadar bunu farketmiyorlar bile. Bu birkaç saniyelik zaman bile kaçması için Altair’e avantaj sağlıyor. Büronun bize verdiği tüyü kurbanımızın kanına sürüp suikasti yaptığımızı kanıtlıyoruz. Ancak bu ana hedefler çok önemli kişiler oldukları için onları öldürdüğümüz zaman tüm şehir askerleri alarma geçiyorlar. Bu durumdan kurtulmak için oyunun sunduğu tüm kaçış yöntemlerini kullanmak lazım. Altair mecburen düşmanla dövüşüyor. Dövüşte iki seçenek var: Birincisi düşmanlarla biz dövüşüyoruz. İkincisi ise özel öldürme yeteneği, reflekse bağlı bu dövüş yeteneği sayesinde düşman tam hamle yaparken saldırı tuşuna tıklamamız yeterli. Bu sırada ufak bir demo giriyor ve Altair düşmanın saldırısını etkisiz hale getirip ustaca hareketlerle öldürüyor. Kılıç ve hançer için ayrı ayrı yapılabilen onlarca özel hareket kombinasyonu var. Düşmandan kaçtıktan sonra Altair büroya dönüp görevi tamamladığını rapor ediyor. Bu şekilde yavaş yavaş dokuz kişiyi ortadan kaldırırken her seferinde yeni bir özellik ve silah kazanıyoruz. Her suikasti bitirdikten sonra dinlenmek için karakterimiz Animus makinesinden çıkartılıyor. Bu sırada etrafta araştırma yapıp şirketin amacını öğrenmeye çalışıyoruz.

Assassin’s Creed grafik kalitesi ve seslendirmeleriyle dikkat çekiyor. Grafikler çok gerçekçi ve günümüzdeki birçok oyundan üstün. Ancak bunun kötü yanı eğer konsolda oynamıyorsanız epey yüksek bir bilgisayar sistemi istemesi. Seslendirmeler ise profesyonel seslendirme sanatçıları tarafından yapılmış, özellikle tonlamalar ve aksanlar dikkat çekiyor. Son derece etkileyici müziklerde ise yine o döneme ait ezgiler kullanılmış, oyunun konusu gibi farklı kültürlerin müzikleri birleştirilmiş. Tüm bu sunduğu özellikleriyle Assassin’s Creed mutlaka denenmesi gereken bir oyun.

HEMA TERİMLERİ

HEMA TERİMLER

Alman Melez Kılıç Okulu Temel Terimleri

HEMA TERİMLER

                Alman savaş sanatı (Kunst Des Fechtens)  ondördüncü yüzyılın sonlarında olgunlaştığı dönemde MS I.33 ile başlayarak bilinen en eski Avrupa savaş sanatı el yazmalarını üretmiştir. Ekolün duayeni kabul edilen Johannes Liechtenauer ustanın öğretileri 1380’li yıllarda kriptik dizeler halinde bu konudaki ilk el yazmalarından biri olarak kaleme alınmıştır. Daha sonraki Alman ustaların pek çoğu Liechtenauer Ekolünün mensupları olarak okullar açmış ve el yazmaları üretmişlerdir. Liechtenauer’in dizelerini yorumlayan ve kendi yazmasını hazırlayan aynı dönemden olan Hanko Döbringer ve Liechtenauer’in öğrencileri olan Sigmund Rigneck, Peter Von Danzig Liechtenauer’in öğretileri üzerinde açıklamalar ve hatta ilüstrasyonlar içeren el yazmaları hazırlayarak bu tekniklerin günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.

                Alman ekolü çeşitli kılıçlar, hançerler, mızraklar gibi pek çok yakın çarpışma silahını içermekle birlikte temel silah genelde hep melez kılıç olmuştur. Hatta günümüzde “Alman Melez Kılıç Sanatı” olarak anılmaktadır çoğunlukla. Bu yazıda da bu silahı kullanma sanatını temel alarak belirtilmiş, ancak hemen hemen hepsi, tüm silahlar için geçerli olan bazı temel terimleri vereceğiz.

Kılıcın kendi ile ilgili terimler :

                Bildiğiniz üzere pek çok Avrupa kılıcı gibi melez kılıçta çift ağızlıdır, yani her iki yanı da kesicidir. Tekniklerde duruşa göre bu ağızların her biri durumuna göre bir isim almaktadır. Çoğu yerde “düz ağız” ve “ters ağız” olarak anılan kesici yüzeyler Alman okulunda şu isimler ile anılırlar ;

  • Langen schneid/ düz ağız: Kılıcın vuruşlarda en doğal şekilde kullanılacak ağzıdır. Eğri ve tek ağızlı kılıçlarda kesiş gerçekleştiren ağız çift ağızlı kılıçlarda bu kısma denk gelmektedir diyebiliriz. Langen schneid ifadesini “uzun ağız” olarak çevirebiliriz.
  • Kurzen schneid/ ters ağız: Duruşa göre ters tarafta kalan diğer ağızdır. Çift ağızlı kılıçlara avantaj veren bu ağzın beklenmedik şekillerde kullanılıp her iki yönede art arda kesme hareketleri yapılabilmesidir. “Kısa ağız” olarak çevirmemiz mümkündür.

Temel Saldırılar :

  • Oberhau :  Saldıran kişinin yukarısından aşağıya doğru gerçekleştirdiği darbe hareketleridir.
  • Unterhau Saldıran kişinin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği darbelerdir.
  • Mittelhau :  Sağdan sola yada soldan sağa gerçekleştirilen darbelerdir.
  • Stechen/Stich : Batırma hareketlerine verilen isimdir.
  • Abschneiden/Schnitt : Darbe olmaksızın, kesici ağzın hedef üzerinde ileri yada geri kaydırılması ile gerçekleştirilen kesiş biçimidir.
  • Meisterhau : Çift elli kılıçlarla yapılabilen beş özel vuruşu ifade eder “Usta vuruş” diye çevirebiliriz. Bunlar daha sonra değinmeyi düşündüğüm “Zornhau/Çarpraz vuruş”, “Schielhau”, “Scheitelhau”, “Zwerchau” ve “Krumphau” isimli saldırılardır.
  • Ringen : Eklem kilitleme, düşürme, güreşme gibi silahsız yakın dövüş tekniklerini kapsayan bir sistemdir. Kılıçla dövüş esnasında bir kolu serbest bırakarak yada tek elli kılıçlarda zaten serbest olan kolu kullanarak bu tekniklerin uygulanmasına Ringen am Schwert denmektedir. Rakibin silahını etkisiz hale getirmekte bu tekniklere dahildir.
  • Halbschwert : “Yarı kılıç” olarak çevirebileceğimiz bu teknikler daha çok zırhlı dövüşlerde kullanılmakla birlikte zırhsız mücadelelerde de yakın mesafelerde avantaj için kullanılabilirler. Bu tekniklerde bir el kılıcın kabzasında iken diğer el ise kılıcı bıçak kısmından kavrayarak ekstra kaldıraç etkisi, kontrol ve manevra kabiliyeti sağlar. Doğru tutuş tekniği ile oldukça keskin bilenmiş bir kılıçta dahi uygulanması mümkün olmakla birlikte genelde bu tekniğiklerin çok sık kullanılacağı özelliklede zırhlı rakiplere karşı tasarlanan kılıçlar genelde jilet keskinliğine kadar bilenmezler. HEMA camiasında genellikle İngilizce ismiyle half swording olarak anılmaktadır.
  • Mordhau : Bir tür half sword saldırısı olan mordhau / mordstreich her iki elinde kılıcı bıçak kısmından kavraması ve kabzsa kısmını rakibe sert bir darbeyle savurması şeklinde tanımlanabilir. Özellikle zırhlı dövüşlerde uygulanmış bir tekniktir. Kılıç burada bir savaş çekici olarak kullanılır.

Zamanlama ile ilgili terimler :

  • Vor : “Önce” anlamına gelen Vor insiyatifi ifade eder. Vor durumunda rakibin vereceği tepkileri belirlersiniz, ilk hareketi yapansınızdır, dolayısıyla “öncelik” ile hareket etmişsinizdir. Etki etme durumunda olmayı belirtir. Alman ekolü bir çarpışmada her zaman insiyatifi elde tutmayı savunur, bu bakımdan Vor önemli bir zamandır.
  • Nach : “Sonra” anlamına gelmektedir. Burada bir etkiye tepki verilmektedir, rakibin vermiş olduğu kararlara yanıt verdiğiniz durumdur.
  • Indes : “Esnasında” olarak çevirebileceğimiz bu terim hareket ve tepki verme esnasını belirler, doğaçlama olarak ani verilen kararlar, yön değiştirmeler bu esnada gerçekleşecektir. Daha doğrusu Indes için “bir eylemin tamamlanmasına kadar geçen süre” diyebiliriz.

Tekniklerle ilgili terimler :

  • Blossfechten : Rakiplerin üzerinde ciddi koruyucu ekipman olmayan, zırhsız bir rakibe karşı yapılan mücadele biçimidir. Blossfechten teknikleri kılıcın her çeşit yeteneğinin kullanıldığı, kesişlerin, darbelerin ve saplamaların içerildiği disiplindir.
  • Harnissfecten : Rakiplerin tamamen zırhla korunuyor olduğu durumda yapılan dövüşleri kapsayan disiplindir. Yekpare plaka zırhı kesmek mümkün olmadığından teknikler rakibin zırhının zayıf yerleri ve gediklerine, eklemleri ve göz çukurlarına yapılacak batırıcı hareketler üzerinedir. Bu açıklara saldırabilmek etkisiz hale getirilmiş yada düşürülmüş bir rakiple çok daha kolay olduğundan Harnissfechten çok sayıda güreşme, eklem kilitleme ve yakın dövüş tekniği de içerir. Kılıç genellikle Halbschwert denilen tekniklerle bir mızrak yada sopaymışçasına kullanılarak rakibi düşürmek, darbelemek ve daha isabetli/güçlü batırışlar yapabilmek imkanı sağlanır.
  • Winden : Kılıçların birlerine kenetlenmesi durumudur. İki taraf balçakları ile rakip kılıcı zaptetmeye yada kenara iterek kendi kılıcına açık bir saldırı yolu edinmeye çalışır.
  • Stark : “Güçlü” anlamına gelir. Winden durumunda yüksek güç kullanmak yolu ile bastırmadır. Rakibin kılıcına safi kuvvet ile baskı kurup üstünlük kazanmayı amaçlar.
  • Swach : “Zayıf” anlamına gelir. Yine winden durumunda, bu kez rakip güçle bastırdığında hiç karşı koymamayı belirtir. Kılıcınızı rakibininkinin yolundan çeker yada üstünde kaydırırsınız, böylece güç kullanmadan saldırı açıklığını bulmuş olursunuz. Beklenenin aksine, “güçlü” ve “zayıf” her ikiside birbirinin karşı saldırısıdır, eski ustaların yazdıklarına göre, duruma bağlı olarak her ikiside avantajlı yada dezavantajlı olabilirler, biri diğerine üstün değildir.
  • Duplieren : “Çiftleme” diyebileceğimiz ifade, savunulmuş yada kaçılmış bir saldırının derhal yinelenmesi durumunu ifade eder.
  • Mutieren : “Değişme” olarak ifade edebileceğimiz bu terim Duplieren gibi savuşturulmuş bir saldırnın yinelenmesidir, ancak bu kez saldırı tip değiştirir. Örneğin savuşturulmuş bir darbenin hemen bir batırmaya dönüştürülmesi gibi.
  • Nachreisen : “Takip etme” olarak çevirebileceğimiz terim bir rakip saldırdıktan sonra Nach durumunda iken yapılan saldırı yada rakibe saldırdıktan sonra, rakip geri kaçarken yeni bir saldırıyla rakibi takip etmektir. Vor durumunda gerçekleşir.
  • Überlaufen : “Erişme” şeklinde ifade edebiliriz, bir saldırıya daha uzun erimli başka bir saldırıyla karşılık vermektir. Örneğin aşağıya doğru yapılan bir kesişe daha uzun erimli olan bir oberhau ile karşılık vermek gibi.
  • Durchwechseln : Bir saldırı esnasında saldırının yönü yada tipini değiştirerek rakibi şaşırtmaya yönelik hareketleri ifade eder.
  • Absetzen : Rakibin saldırısını kılıçla karşılama yada kenara itme eylemi.

Temel Gard Pozisyonları :

  • Alber :Ayaklar omuz genişliğinde açık, kılıcın kabzası kalça hizasında ucu yere bakacak şekilde ileri doğru tutulduğu pozisyondur. Oldukça açık gözüken bu gard aslında pek çok karşı saldırı imkanı verir ve defansif bir hamle yapılması kolaydır. Rakibi bir hareket yapmaya yönlendirmek için kullanılır. Saldırı olarak yukarı kesişler yapmak mümkün olmakla birlikte alber’in ofansif olarak etkili bir gard olduğunu söyleyemeyiz.
  • Pflug : Kılıç kabzası karın hizasında ve karna kadar çekilmiş, yukarı doğru bakacak şekilde ve ucu rakibin yüzünü gösterecek biçimde tutulur. Hemen hemen her pozisyondan rahat savunma yapılabilir ve çabuk batırışlar yapılabilir. Ancak yapılabilecek kesme hareketleri sınırlıdır.
  • Ochs : Pflug gardını yukarı çevirmek şeklinde özetlemek mümkündür, kılıcın ucu yine aynı noktayı, rakibin yüzünü gösterir. Evller bu kez başın yanındadır, kabza yüzü korur. Hızlı batırışlar ve çeşitli kesişler yapılabilir bu pozisyondan. Bel hizasına kadar etkili savunma sağlayabilir ancak alçak saldırılara bu pozisyondan hızlı tepki vermek zordur.
  • Vom Tag : Çeşitli şekillerde uygulanabilir, kılıç başın üstünde hafif geri bakacak şekilde, başın iki yanında aynı biçimde, yada kabza karın hizasında, kılıç omuzlara dayalı hafif geri yatık şekilde tutulabilir. Vom Tag en yüksek garddır. Sert darbeler vurmak için en iyi temel gard pozisyonudur. En uzun erimli saldırılarda bu pozisyondan yapılabilmektedir, dolayısıyla Überlaufen için uygun bir pozisyondur.  Vom Tag en ofansif ağırlıklı pozisyondur, uzak mesafelerde ve  hızlı, güçlü darbeler için kullanılır, ancak vücudu oldukça açık bıraktığından yakın mesafeler için çok uygu bir gard değildir. Alçaktan gelecek saldırılara açık görünmekle birlikte bacak hizasına gelecek darbeler yukardan gelenler kadar uzun erimli olmadığından mesafe korunduğu sürece avantaj yine Vom Tag pozisyonundan gelen Oberhau yada Mittelhau saldırılarında olacaktır. Ancak mesafe kısaldıkça bu avantaj yitirilir, ayrıca bu pozisyondan batırıcı saldırı imkânları oldukça kısıtlıdır.

Elbette daha pek çok terim olmakla birlikte temel olanları bunlar olarak niteleyebiliriz. Araştırmalar ve çalışmalarınıza fayda sağlaması dileklerimle yazıyı sonlandırıyorum. Temel dört gard dışındaki ikincil gard pozisyonları, Miesterhau saldırıları ve diğer teknik terimleri ile ilgili olarak ayrı ayrı yazılar ile incelemeyi açarak diğer yazılarda devam edeceğiz. Genel olarak çarpışma ile ilgili temel ve her türlü geçerli bilgiler olduğundan ilgili olduğunuz alan Alman sistemi dışında da olsa yararlı fikirler vereceğine inanmaktayım. Keyifli ve başarılı çalışmalar.

Son olarak Usta Hanko Döbringer’den konuyla ilgili bir alıntıyla yazıyı kapatıyorum :

Vor, Nach, Swach, Stark, Indes
an den selben woertern leit alle kunst / meister lichtnawers / Und sint dy gruntfeste und der / kern alles fechtens czu fusse ader czu rosse / blos ader in harnuesche

“Vor, Nach, Swach, Stark, Indes, Usta Liechtenauer’in tüm sanatı birer menteşeymişçesine bu beş kelime üstünde döner, ve bunlar tüm sanatın temeli ve çekirdeğidir, yerde yada at üstünde, zırhlı yada zırhsız”

Kılıç: Silahın Tarihçesine Genel bir Bakış

“For all swordsmen, past and present”Ewart Oakeshott


Kuzgun Akademi bünyesinde gelişmesini düşündüğümüz tarihi kılıçlar ile ilgili bölüme başlarken, 30 Eylül 2002 tarhinde aramızdan ayrılan Ewart Oakeshott”a bir saygı duruşunda bulunmayı gerekli görüyorum; kendisi her ne kadar otoriteler tarafından “amatör bir tarihçi” olarak kabul edilse de, tarihi kılıçlar üzerine yaptığı araştırmaların değeri tartışılmazdır. Kılıçlara karşı genç yaşta duyduğu ilgiyi yitirmemiş ve bütün ömrünü kılıçlar üzerine araştırmalar yapmakla geçirmiş, bugün halen başvurulan değerli kaynakları ortaya koymuştur. 1916 yılında doğan Oakeshott, genç yaşta kılıç koleksiyonu oluşturmaya başlamış ve Avrupa tarzı kılıçların sınıflandırılması üzerine yaptığı araştırmalarla bugün halen kullanılan sınıflandırma sistemini ortaya çıkarmıştır.

Kendisinin araştırmalarını benzeri diğerl araştırmacılardan ayıran nokta, kılıcın sadece bir süs nesnesi veya geçmişten kalan bir antika olarak algılanmasından ziyade, elde tutularak, kullanılarak, hissedilerek yaşatılmasını öğütlemesidir; teorik aşamayı uygulamayla birleştirmiştir. 50”li yaşlarında bir tarihçinin tam takım plaka zırh içinde ve elinde kılıçla araştırma yapması her ne kadar o zamanlar tuhaf karşılanmış olsa da, gençliğinden itibaren taşıdığı ve kılıca karşı duyduğu ilgi sayesinde bugün tarihi kılıçların kullanımı üzerine gerçekçi bilgilere sahibiz; Oakeshott sayesinde kılıca ilişkin bilgilerin uygulamalı olarak aktarılmasının yolu açılmış, ayrıca bu süreç içerisinde yanlış fikir yürütmelerden doğan ve çeşitli kılıç türlerinin kullanımlarına ilişkin teorik bilgilerdeki hatalar da, uygulamalı araştırmalar sayesinde düzeltilmiştir. John Clements gibi araştırmacılar onun azminden cesaret alarak tarihi kılıçların uygulamalı eğitimlerine başlamışlardır.

Kuzgun Akademi de, tarihi kılıçlara ilişkin bilginin aktarılmasında uygun yöntemin uygulama ve teorinin birleşiminde olduğunu düşünerek Oakeshott”ın açtığı yolda, çocukça ilgiyi profesyonel bir azim ve araştırmayla birleştirmeye çabalamaktadır.

Tarihi kılıçlar ile ilgili araştırmalarda bize bilgisiyle halen yol gösteren Ewart

Oakeshott”a buradan bir daha şükranlarımı sunuyoum. Umuyorum ki, Oakeshott”ın azminin ve çocuksu ilgisinin birazını ben de gösterebilir, ülkemizde tarihi kılıçlara ilişkin Türkçe kaynak eksikliğini giderme çabamda tatminkar bir sonuç elde ederim.

Giriş

Kılıçlar veya kılıç tarihi hakkında bir uzman olmadığımı belirterek bu makaleye başlamak istiyorum. Bir uzman değilim evet, ancak bu beni etrafımda gördüğüm yanlış bilgileri düzeltmeye çabalamaktan alıkoymamalı diye düşünüyorum: Popüler kültürün, medyanın veya internetin bilgiye ulaşmayı bu kadar kolay hale getirmesi beraberinde değişik sorunlar yaratıyor, yanlış bilgilerin hızla yayılması da bunlar içinde en sık karşılaşılanı.

Devam eden makalede, genel olarak Avrasya bögesinde tarih boyunca kullanılan kılıçlar, tarihçeleri ve türleri hakkında üstünkörü derlenmiş, akademik zenginlikten uzak ancak tarihi ve doğru temellere dayanan bilgiler sunmayı amaçladım. Bunu yaparken de, populer kültürün ve hayalgücünün ürünlerini tarihi gerçeklerden ayırmayı, kılıç hakkında varolan bazı yanlışları gidermeyi amaçlıyorum.

Kılıç Hakkında


Kılıç, günümüzde yazılı veya görsel eğlence türlerinde, filmlerde ve fantezi yazımında sıkça karşımıza çıkan bir öğedir. Buralarda kılıç genellikle savaşçının sembolüdür, bir otorite ifadesidir, kimi zaman kudretli bir büyülü nesnedir, kimi zaman da artistik performansların veya kareografinin bir öğesidir. Peki, günümüzde popüler kültürün karşımıza çıkartıp durduğu kılıcı gerçekten ne kadar tanıyoruz?

En basit biçimiyle kılıç, geçmiş zamanların bir savaş aracıdır; kural veya kanunların günümüzdekinden daha gevşek olduğu ve insan yaşamına farklı bir değerle yaklaşıldığı dönemlerde gerek bireysel, gerekse toplu savunma veya saldırılarda kullanılan en temel gereçtir.

Dünyada metal işleme tekniği geliştiren neredeyse bütün toplumlar -Aztekler istisna olmak üzere- kılıcı geliştirmişlerdir. Metal işleme bilgisi, sadece kılıcın değil, kimi zaman medeniyetlerin kaderini de belirleyen en temel değişkenlerden biridir ve bu bilgiye sahip toplumlar ile olmayanlar arasına kesin bir çizgi koymuştur. Jared Diamond, “Guns, Germs and Steel” isimli kitabında kısaca şu sonuca varır; bazı toplumların başka toplumlara üstünlük sağlama ve onları tarih sahnesinden silme konusundaki başarısı metalürji bilgileriyle doğrudan alakalıdır. Buradan da görüleceği üzere, metal işleme ve onun savaşlardaki doğrudan ifadesi olan kılıç, aslında tarih sahnesinde sıradan bir silahtan daha fazlasıdır, toplumların kaderini çizen bir gereçtir.

Medeni dünyamızda kılıç artık eski önemini taşımıyor olsa da, bu onun değersiz bir süs olduğu anlamına gelemez. Evet, çağdaş ordularda kılıçlar artık belirli rütbelerde subaylara verilen süs eşyaları durumundadır, ateşli silahlar etkinlikleriyle kılıcı gölgede bırakabilirler ancak bu kılıcın rafa kaldırılması gerektiğine işaret etmez. Çünkü kılıç, sadece bir gereç olmaktan öte, dahil olduğu zamanı ve kültürü yansıtan bir aracıdır; tarih boyunca kılıcın kullanıldığı her kültürde kılıcın kullanımı üzerine görgü kuralları oluşturulmuştur, onur ve saygınlık kılıçla birlikte anılan kavramlara dönüşmüşlerdir. Kılıç bir silah olmanın ötesinde çoğu durumda bir simgeye dönüşmüştür; otorite simgesidir, adalet simgesidir ve güç simgesidir; bütün bu sembollerin arasında ise dahil olduğu kültürün izlerini, değer yargılarını taşır. Bu sebeple inanıyorum ki kılıç hakkında daha fazla bilmemiz, daha fazla öğrenmemiz gereklidir; bunu yaparak sadece anlayışımızı arttırmış olmakla kalmayız, kılıcın taşıdığı değerleri, parçası olduğu kültürü de gün yüzüne çıkarmış, sahip çıkmış ve muhafa etmiş oluruz.

Sembolik değerler bir yana, fiziksel yapı olarak kılıç hem çok basit temel öğeleri barındırır, hem de bu basitliğe rağmen inanılmaz bir çeşitlilik sergiler. En basit biçimiyle ele alırsak kılıç 2 ana parçadan oluşur; bıçak ve kabza kısımları. Bıçak kısmının uzunluğu ve yapısı ile kabzanın yapısı kültürden kültüre ve kılıçtan kılıca değişiklik gösterir.

Kılıcın Bölümleri:

Sağdaki şekil, en genel hali ile bir kılıcın değişik bölümlerini gösterir, doğal olarak her kılıç öğesinin Türkçe karşılığı bulunmamaktadır, çünkü Türk kılıç biçimlerinde, Avrupa kılıçlarındaki bazı öğeler bulunmamaktadır veya özel olarak isimlendirilme ihtiyacı hissedilmemiştir.

Avrasya”da Kılıcın Kısa Tarihçesi

Kabul etmem gerekir ki, Avrasya gibi geniş bir coğrafi bölgede, kılıca ilişkin birkaç bin yıllık bir süreci bir kaç paragrafta anlatma çabası yeterli olmaktan uzaktır, ancak genel bir bilgi edinilmesi açısından gereklidir. Burada Avrasya ile kastedilen bölge Britanya adaları da dahil olmak üzere Avrupa, Anadolu, Orta Doğu ve Kuzey Afrika kıyılarıdır. Doğu Asya ile etkileşimler uzun mesafeler yüzünden sınırlı kaldığından ötürü, biraz da konumuzu belirli bir coğrafi bölgede tutmak adına Doğu Asya kılıçlarını makalemiz konusu dışında tutuyoruz. Bunun esas sebeplerinden biri de, Doğu Asya”da kılıç üretiminin Akdeniz çevresindekinden farklı biçimde ortaya çıkmasından ve buna bağlı olarak farklı gelişmesindendir.

İlerleyen bölümde kılıcın tarihçesini Ewart Oakeshott”un yaptığı gibi 3 ana kısımda incelemeyi uygun görüyorum:

* Bronz Dönemi
* Demir Dönemi
-Antik dönem
-Erken Ortaçağ
* Çelik Dönemi (Ortaçağ)

Bronz Dönemi


Gerçek anlamıyla “kılıç” kavramı, bronz üretme ve işleme tekniği keşfedildikten sonra ortaya çıkmıştır. Bronzdan önce kullanılan bakır madeni yumuşak yapısı ve bükülgenliği sebebiyle uzun bıçak gövdeleri üretmeye izin vermediğinden ötürü hançer veya el bıçağından daha uzun silahların etkin biçimde üretilmesi pek mümkün değildi.

Bronzdan yapılan en eski kılıç örneklerine Malatya yakınlarındaki Aslantepe yöresindeki kazılarda rastlanmıştır ve bu örnekler yaklaşık olarak MÖ 3300 yıllarına tarihlenmiştir. Bu dönemde üretilen kılıçlar hançerlerden bir miktar daha uzundu ve bu erken dönem örneklerin gerçekten kılıç sayılıp sayılmayacağı halen kimi tarihçiler tarafından tartışılan bir konudur.

Bronzdan yapılan silahlar birkaç binyıl boyunca Avrasya bölgesinde sıkça kullanıldılar ve bronz işleme bilgisi bu coğrafyada yayıldı. Erken dönemlerde üretilen bronz kılıçlar daha çok saplama amacıyla kullanılmaktaydı çünkü henüz emekleme aşamasındaki metalürji teknikleri sebebiyle savurma amacıyla kullanılabilecek sağlamlık ve uzunlukta kılıçların üretimi halen uzaktı. Bronz-kalay alaşımındaki oranlar zaman içinde değiştikçe, daha sağlam kılıçların üretimi de mümkün oldu ve kılıç boyları uzamaya başladı.

Bronz döneminde üretilen kılıçların tamamı kısa kılıç sınıfına girerler, ancak uzunluktan başka bronz kılıçları sınıflandırmakta kullanabileceğimiz belli başlı örnekler vardır: Xiphos benzeri kılıçlar bir grubu oluştururken Kopis, Makhaira, Kopesh ve Falcata (falçata) benzerleri diğer grubu oluştururlar.

Xiphos

Orta-geç Bronz döneminde üretilen kılıçlar belirgin bir yaprak biçimine büründüler; Akdeniz kıyısı, ortadoğu ve Britanya adalarında bile yaygın olan bu yaprak şekli, bronzun yapısına en uygun kılıcın yaratılmasına olanak sağladı; bıçağın ucuna yakın yerdeki enli ve ağır kısmıyla kesme ve savurmalarda gerekli güç sağlanıyordu ve giderek incelerek sivrilen ucu da batırmalarda kolayca bükülmüyordu. Tahmin edileceği gibi her kültür bu tür kılıçlara kendine has bir isim vermiş olsa da, elimizde sadece Yunan tarihçilerin kayıtları olduğu için bu kılıç türüne Yunanların verdiği isimle, Xiphos olarak hitap edilmektedir. Xiphos biçimi, devam eden demir döneminde de sıkça kullanılacaktır.

Düz kısa kılıçlar hakkında unutulan en önemli noktalardan biri, bu tarz kılıçlar için tek bir kökenin veya çıkış noktasının olmamasıdır. Her ne kadar Xiphos tarzı yaprak biçimli kısa kılıçlar Yunan terimiyle anılsa da, aynı kılıç biçimi İberya (İspanya)  yarımadası ve Birtanya”da dahi, yani Yunan kültürüne çok uzak bölgelerde bile bronz döneminde kullanılmıştır. Bu noktada bu tasarımın kökenini tek bir bölge veya topluma bağlamak ve bunu bilimsel olarak kanıtlamak çok zordur; en basit anlatımla yaklaşık 2000 yıllık (MÖ 3300 – 1300) bir dönemde kılıçlardaki gelişmelerin tek bir kaynaktan çıkmış olması yerine toplulukların birbiriyle savaşarak ve bu sırada karşılıklı etkileşerek bu ortak kılıç biçimini ortaya çıkardıklarını düşünmek daha doğrudur. Bu kılıçların “Xiphos” olarak adlandırılma sebebi Yunan yazılı kaynaklarında bu biçimde anılmaları ve tarihçilerin de yazılı kaynakları, yani bu durumda Yunan kaynaklarını temel almasıdır.

Kopis, Makhaira, Kopesh ve Falcata (falçata)


Kılıç tarihçesinde en sık yaşanan sıkıntılardan biri kılıç türlerini isimlendirme sırasında ortaya çıkar; çoğu durumda birbirine yapı ve kullanım olarak benzer kılıçlar farkı kişiler veya toplumlarca farklı isimlerle anılırlar ve ilerleyen dönemlerde sanki farklı şeylermiş gibi değerlendirilirler. Devam etmeden önce kısaca bu bölümde bahsi geçecek kılıç isimlerinin anlamları ve kökenlerine göz atmak faydalı olacaktır.

Kopis: Antik Yunanca”da “kopto” kökünden ismini alan, tamamen öne doğru eğimli ve Xiphos”tan daha uzun bir kılıç türüdür.


* Makhaira: Antik Yunanca”daki “magh-” kökünden türemiştir. Makharia, çağdaş Yunanca”da bıçak anlamına gelir. Öne eğimli kılıç türüne bir örnektir. Eski yazıtlarda Kopis ve Makhaira eş anlamlı olarak aynı şeyi açıklamak için kullanılmıştır, ancak Makhaira terimi ilerleyen zamanlarda Roma kaynaklarında “kılıç” terimine karşılık olarak kullanılmış ve bu da ilerleyen dönemlerde Kopis ve Makhaira”nın uzmanlarca karıştırılmasına sebep olmuştur.

Yunan tarihçi Xenophon, kayıtlarında Makhaira”nın “süvari için düz kılıçlara kıyasla daha uygun olduğunu” anlatır, burada Xenophon”un bizim Kopis olarak adlandırdığımız kılıcı -Kopis”in daha uzun ve süvariye daha uygun olması sebebiyle- anlatıyor olması büyük olasılıktır, ancak kelime olarak Makhaira”yı kullanmıştır, bu da çağdaş uzmanların eski kaynakları yorumlarken karşılaştıkları sıkıntılara iyi bir örnektir. Günümüzde kılıç uzmanları Kopis ve Makhaira”nın arasındaki esas farkın uzunluk ve kılıcın eğimindeki belirginlik olduğunda hemfikirdirler. Kopis, Makhaira”dan daha uzun ve öne doğru belirgin biçimde kıvrımlıdır, Makharia ise Xiphos”a daha yakın bir eğimde ve uzunluktadır.


Falcata: Falcata (falçata) terimi 1872”de Fernando Fulgosio tarafından İberya bölgesine özgü eğimli kılıçları tanımlamak için türetildi. Falcata terimi Latince”de orak biçimli kılıç anlamnına gelen “ensis falcatus” teriminden türetilmiştir. Her ne kadar bu terimin amacı sadece İberya (İspanya) bölgesine özgü öne eğimli kılıçları tanımlamak idiyse de, günümüzde bu terim maksadını açan biçimde ve bütün öne eğimli kılıçları kapsayacak biçimde kullanılmaktadır. Örneğin Kopis, Kopesh veya Yatağan kılıçları gibi öne eğimli bütün kılıçlar Falcata olarak anılmaktadır ki bu doğru bir kullanım değildir.

Khopesh: Khopesh (kopeş) Eski Mısır”da MÖ 3000 yıllarında kullanılmaya başlanmış bir kılıç türüdür. Çağdaşı kılıçlarından farklı bir gelişim süreci yaşamıştır; normalde kılıçlar ufak bıçakların büyütülmesi ile ortaya çıkarken, Khopesh baltadan gelişerek kılıca dönüşmüştür, bu sebeple Khopesh”in kullanımı kılıçtan ziyade özel bir balta biçimindedir. Khopesh MÖ 1300 civarında, neredeyse Demir silahların yaygınlaşma döneminde kullanımdan kalkmıştır. İsim olarak Yunan Kopis”ine ilham kaynağı olduğu neredeyse kesin gibidir ancak Kopis”e biçim yönünden atalık yapıp yapmadığı tartışmalıdır, ancak kanıtlar Kopis”in Khopesh”ten bağımsız olarak geliştiğine işaret etmektedir. Bir takım kaynaklarda İberya”ya yayıldığı ve daha sonra Falcata”ya dönüştüğü belirtilse de, Falcata”nın atasının Yunan tüccarların bölgeye götürdüğü Kopis olması daha büyük olasılıktır.


Görüleceği üzere, isimlendirme ve köken bulma çabaları antik kılıçlar için her zaman güvenilir biçimde sonuçlanmamaktadır.

Düz kılıçlar sivrilen uçları ve iki tarafı keskin simetrik gövdeleri ile saplama ve batırma amaçlarıyla kullanılabilirken, bundan farklı olarak öne eğimli  kılıçlar tek bir kullanım amacıyla geliştirilmişlerdir; savurma ve kesme hareketleri. Öne eğimli kılıçların tek bir keskin yüzü vardır ve sadece kesme hareketlerinde etkin biçimde kullanılabilirler, fakat bu alanda düz kılıçlardan farkedilir biçimde daha başarılıdırlar. Öne eğimli kılıçlarda kılıcın ucunda bulunan ağır kısım, kılıç tutan kol yana sarkık vaziyette iken yatay düzlemde bileğin aşağısında kalır, kılıcın ağırlık merkezi belirgin biçimde kılıcın ucuna yakın kısmına yerleşir ve bu sebeple savurmalarda düz kılıçların yaratamayacağı bir kuvvet ortaya çıkar. Fakat bu ağırlıklarına ve savurma güçlerine rağmen kullanımları şaşılacak derecede kolaydır. Bu tür kılıçlarda en belirgin sıkıntı, oluşan merkezkaç kuvveti sonucu kıılcın elden fırlama riskidir ancak bunun da üstesinden kolayca gelinmiştir; Yunan Kopis ve İberya Falcata”ların kabzalarının sonunda görülen kıvrımlar, kılıcın elden fırlamasını önlemek üzere çıkıntılı yapıdadır, benzer bir biçimde Yatağan”ın kulak denen kısımları da kılıcın elden fırlamasını önlemek amacıyla büyük tutulmuşlardır.

Yunan tarihçi Xenophon Makhaira”ların (burada aslında genel bir tür olarak öne eğimli kılıçlardan bahsedilmektedir) süvarilerin kullanması için en ideal kılıç olduğundan bahseder, ki bu makul bir yaklaşımdır. Kılıç kullanan süvarilerin saplama hareketi yapmaktansa hızlarından en iyi biçimde faydalanacakları savurma hareketleri yapmaları daha mantıklıdır, buna bir de önce eğimli kılıçların savurmada kazandıkları hız ve güç de eklendiğinde, ortaya oldukça etkileici bir sonuç çıkmaktadır.

Demir Dönemi (Antik dönem – Erken Ortaçağ)

Bronz dönemi boyunca silah üretimi maliyetli ve zor olmuştur, bunun en temel sebebi ise kaynak sıkınıtısıydı; bronz, bakır ile değişik elementlerin alaşımından üretilir, ancak kılıç ve zırh yapacak kalitede bronz üretimi için belirli miktarda kalay kullanılması gerekir. Ancak kalay ve bakır kaynakları genellikle birbirine oldukça uzak bölgelerde bulunurdu ve kaliteli bronz üretilmesi için uzak bölge şehirlerinin iyi ilişkiler kurması ve karşılıklı kaynak alışverişi yapmaları gerekirdi, bu da silah üretimi için ayrılabilecek kaynakların sınırlı olması demekti.


Buna karşın demir cevheri daha kolay ve daha bol miktarlarda bulunabiliyordu ve kullanılmak için başka kaynaklara gerek kalmadan tek başına işlenebiliyordu. Tek sıkıntı ise demir cevherinin işlenmesi için bronzu eritmekte kullanılandan birkaç yüz derece daha yüksek bir ısı ve çok daha büyük ocaklar gerekmesindeydi, bu bilgiye sahip toplumlar kısa zamanda yeterli ısıyı sağlayacak ocakları yapmayı da öğrendiler. Sonuçta ortaya çıkan demir silahlar kalite ve sağlamlık olarak bronz mamüllere kıyasla çok büyük bir üstünlük sergilemiyorlardı, en iyi ihtimalle bronza denk veya biraz daha yüksek bir kalitede silahlar elde ediliyordu.

Demir silahların bronza üstünlükleri sağlamlıkta değil, daha kolay ve daha seri biçimde üretilebilmelerindeydi. Bronz döneminde silah üretimi için ticaret ve siyasi otorite gerekliydi; yani ancak ticaret anlaşmaları ile bronzun yapımına izin veren kaynaklar bir araya getirtilebiliyordu. Buna karşın demir işlemeyi bilen Avrupalı kavimler hızla silahlandılar, kimi araştırmacılara göre Bronz Çağı”nın çöküşüne sebep olan esas etmen demir idi; bu teoriye göre demir silah ve zırhlara sahip kalabalıklar kısa zaman içinde Ege kıyısındaki Miken uygarlığını sonlandırdılar, bu olayın tetiklediği zoraki göç ve çatışmalar, akdeniz çevresinde Bronz çağının çöküşüne sebep olmuştur.

Demir dönemini 2 ana bölümde incelemek mümkündür; Antik Dönem ve Erken Ortaçağ.

Antik Dönem

Demir silahlar Antik dönemde Bronz dönemi tasarımlarının devamı şeklindeydi. Xiphos ve Kopis”ler artık demirden yapılıyordu ancak biçimleri aynı kalmıştı.

Antik dönemde kılıç kullanımında, özellikle Hellenistik kültürün yayılmasıyla, belirgin bir azalma gözlenir. Bu dönemde artık mızrak kullanımı baskındır ve kılıç, mızrağın kırıldığı veya düşman birlikleri ile göğüs göğüse çarpışıldığı durumlarda başvurulan bir yedek silah olarak ikinci plana itilmiştir.


Hellen etkisinin azaldığı dönemde, Roma devleti Akdeniz”de etkin bir güç olarak kendini göstermeye başladığında kılıç kullanımı da değişmeye başlamıştır. Erken dönemlerde Roma askerleri tıpkı Hellen benzerleri gibi uzun mızrak ve kalkan kullanarak ve belirli bir formasyonda savaşmışlardır. Ancak diğer italyan yerlileri ile olan mücadeleleri Roma”ya esnek taktiklerin ve uyum sağlayabilmenin önemini göstermiştir, bu yaklaşım ilerleyen dönemlerde Roma”nın karşılaştığı ve değerli bulduğu her türlü silah, zırh ve taktik öğeyi benimseyip kendine uydurmasına sebebiyet verecektir. Kılıçların gelişimi açısından bakıldığında Gladius ve Spatha bu yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.

Gladius

Gladius Latince”de kılıç anlamında kullanılan pek çok terimden biridir. Genel kanının aksine gladius “gladyatör kılıcı” anlamını taşımaz. Tam tersine “gladiatores” (gladyatör) kelimesi “gladius taşıyan” (kılıç taşıyan) anlamındadır ve gladius”tan türemiştir. Gladius yaklaşık olarak 65-69 cm bıçak uzunluğuna, 5 cm bıçak genişliğine sahip tek elle kullanılan bir kısa kılıçtır, kesme ve saplama için uygundur.

Gladius”un Roma ordusunda kullanılan ilk türlerine “Gladius Hispaniensis” denir ve varsayıma göre İberyalı savaşçıların kullandığı bir kılıç türünden örnek alınmıştır. Ancak Gladius”un kökenine ilişkin bu açıklama tartışmalıdır: Gladius kesin olarak Kartaca ile yapılan Pön Savaşlarından (Punic wars) önce kullanılmaya başlanmıştır, yani Kartaca”nın ordusunda bulunan İberyalılarla karşılaşmadan önce. Tarihi kaynaklara göre ise Roma ordusu Pön Savaşlarından önce İberyalılar ile karşılaşmış olamaz ki bu da Gladius Hispaniensis”in doğrudan doğruya İİberyalılardan alındığı fikrine gölge düşürür. Buradan yola çıkılarak yapılabilecek bir açıklamaya göre ise, Roma”lılar kuzey İtalya ve Alpler”de karşılaştıkları Keltlerden bu tasarımı almışlardır ki bu açıklama daha mantıklıdır. Gladius “Hisaniensis” tanımlaması ise ilerleyen dönemlerde, başka başka Gladius türevlerinin yaygınlaşması sonucu bu orjinal biçimin karıştırılmaması için verilmiş olabilir.



Gladius”un kullanımı, Roma ordusunun savaş taktikleriyle uyumludur; birlikler düzgün saflar halinde kalkanları (scutum) önde düşman birliğiyle yakın temasa girecek biçimde ilerlerler, kalkanları ile darbeyi karşılayıp Gladius”lar ile kalkanın üstünden veya yanından kısa saplama veya kesme hareketleri yaparlardı. Gladius”un  yapısı, hem sağlam ve güvenilir bir kılıç olmasını hem de kısalığı sayesinde yakın dövüşlerde kolay kullanılmasını sağlıyordu. Bu sebeple bazı ufak değişikliklere rağmen temel Gladius biçimi Roma tarafında uzun süre kullanılmıştır.


Spatha

Devamlı olarak germen kabilelerle savaşan Roma, bir noktadan sonra yardımcı birlikler (auxiliaries) adı altında bu germenleri kendi ordusunda görevlendirmeye başladı. Bu yardımcı birlikler zaten savaşçı bir kültürden gelmekteydiler ve çoğunun halihazırda kendi kılıcı vardı. Bu kılıçlar Roma”nın kullandığı Gladius”lardan belirgin biçimde daha uzundu ve Kelt uzun kılıcı dediğimiz türdeydiler. Uzun süre boyunca bu yardımcı birliklerin Roma ordusunda görev alması sonucu zamanla bu kılıç biçimi Roma ordusunda latin kökenli askerlerde de görülmeye başlandı.


Spatha kelimesi Latince”de özel olarak uzun kılıcı tanımlamak için kullanılmıştır ve günümüz Avrupa dillerdeki kılıç kelimesinin kökenini oluşturmuştur: İtaylanca: Spada, Fransızca: Épée, İspanyolca: Espada bu örneklerden bazılarıdır. Aynı zamanda günümüzde kılıçlarla ilgilenen bilim dalının adı olan “Spathology” de adını Spatha”da almıştır.

Spatha, yaklaşık 75cm ile 90cm arası bir uzunlukta, biçim olarak sivri uçlu, düz yapıda ve iki tarafı keskin tek elli bir uzun kılıçtı. Spatha söz konusu olduğunda kesin bir biçim, uzunluk veya belirgin tasarımsal öğelerden bahsetmek zordur. Bunun sebeplerinden biri, Roma ordusunun kendi ürettiği silah ve zırhlarda yönergeler ile tanımlanan tek tip tasarımlar kullanmasına karşın, Spatha”nın dağınık ve çok çeşitli germenler tarafından değişik tarzlarda ve kişisel dekoratif farklarla üretilmesindendir. Spatha”nın yaygınlaşması kimilerine göre Roma”nın zayıflama işaretlerinden biridir; artık eskiden yapıldığı gibi tek tip gereç kullanımı bitmiş, germen yardımcı birlikler kendi tarzlarında silahları serbestçe kullanmışlardır. Buna ek olarak kimi germen kılıç üretim bölgeleri hem Roma”ya hem de başka germenlere kılıç üretmiş ve bunu yaparken de kılıçlarda çeşitlilik yaratmışlardır.

Spatha, Roma”nın dağıldığı kavimler göçü sırasınca ve sonrasında Avrupa”da en sık kullanılan kılıç türü olarak kalmıştır  ve ilerleyen dönemlerde ortaya çıkacak olan Viking, Norman ve Avrupa uzun kılıçlarının atasıdır.

Erken Ortaçağ

(devam edecek)

Çelik Dönemi (Ortaçağ)

(devam edecek)

Kaynakça


* Ewart Oakeshott, The Archeology of Weapons: Arms and Armour from Prehistory to the Age of Chivalry, Boydell Press, 1960. ISBN 0-486-29288-6
* Ewart Oakeshott, Sword in Hand Arms & Armor, Inc, 2000. ISBN 0-9714379-0-4
* Jared Diamond, Guns, Germs, and Steel: The Fates of Human Societies, W.W. Norton & Co, 1997. ISBN 0-393-06131-0
* Tarassuk & Blair,The Complete Encyclopedia of Arms and Weapons, 1979.
* F. Quesada Sanz: “Máchaira, kopís, falcata” – Homenaje a Francisco Torrent, Madrid, 1994, pp. 75-94.

Kılıçların Kullanım Amaçları

Farklı tipteki kılıçlar üzerine.

Kullanım Amaçları :

Evet, önceki yazılarda kılıçların farklı özellikleri, bunların birbirlerini ve kullanımı nasıl etkiledikleri ve kılıçlarla temel olarak neler yapılabileceği, nasıl saldırılabileceği hakkında fikir sahibi olduk. Peki bu saldırıları nelere karşı yöneltmişlerdi eski silahşörler ? Bu kılıç ne gibi bir ihtiyacı karşılamak için yapılmış? Kılıçlar ve kılıç sayabileceğimiz bazı uzun kesici aletler (machete gibi) tarih boyunca şu amaçlarla üretildiler ;

Genel amaçlı bir alet olarak (tarım işleri ve alet yapımında ve bunların yanında kendini korumada kullanılabilecek), törensel yada sergileme amaçlı, sportif amaçlarla, savaş silahı olarak ve son olarak sivil bir savunma ve düello silahı olarak. Törensel, sergilenme amaçlı ve spor ekipmanı olan kılıçlar bizim inceleme alanımızla ilgili değiller zira pratik kullanımları yok. Bu yüzden bu bölümde bahsedecek olduklarımız savaş kılıçları ve düello / savunma kılıçları ile belki bir miktarda genel amaçlı alet olarak geliştirilmiş ancak savunma ve saldırı için iş görebilen silahlar olacak. Bu kullanım amaçları haricinde temel olarak amaçlanan birde hedef tipi olmalıdır. Sadece yumuşak dokulara zarar vermenin amaçlandığı hafif  ve etkili kesici kılıçlar yapıldığı gibi kemikleri ve hafif kalkanları da kessin yada kesemezse kırsın düşüncesi taşıyan kılıçlarda yapılmışlardı. 

Zırhlı yada zırhsız hedeflere, ekipmana, hatta kapılara karşı kullanılıp kullanılmayacağı, atlılarla mücadele için yada at üstünden mücadele için optimize edilip edilmeyeceği kullanım amaçlarıyla ilgilidir. Kılıcı kullanacak kişilerin savaş sanatları eğitimli uzmanlarmı yoksa günlük yaşamlarını yaşayan insanlarmı olacakları başka bir boyut doğurur. Zira ilki için daha uzmanlık ve bedensel yeti gerekebilirken ikinci durumda kullanımı ve öğrenmesi, basit hareketlerle iş görmesi daha kolay kılıçlar gerekir. Yine kullanıldığı tehid ortamı, muhtemel hedeflerinin tipleri ve kulllanacak kişiler için kullanım kolaylığına göre kılıcın kesme için mi saplama için mi geliştirileceği yoksa ikisi arasında en iyi dengenin mi bulunmaya çalışılacağı belirlenir. Kılıç eğer açık arazide kullanılacaksa uzunluk tasarımcının elindeydi  fakat eğer kapalı alanlarda, yakın mesafelerde, gemiler gibi küçük ve sınırlayıcı alanlarda kullanılacaksa kısa olmalıydı. Hepsine kısaca bakacak olursak;


Savaş silahları : Kullanıldıkları dönem ve ortamdaki zırh teknolojisi ve kullanan toplumun at üstünde mi yaya mı savaştığına, ne kadar iri yada uzun olduklarına göre şekillenebilmekte idi. Eğer askere alınıp kısa bir eğitimle savaşa sürülecek insanlara verilecekse ucuz ve kullanımı basit olmalıydı. Bu yüzden falchion (pala) gibi kılıçlar ucuz, kullanımı çok eğitim gerektirmeyen ve basit silahlardır. Hollywood’dan gördüğümüzün aksine haçlı seferleri gibi pek çok ortaçağ savaşlarında Hristiyan Avrupa askerlerinin büyük çoğu kesici ağzı eğri olan bu kılıçları kullanıyorlardı, Müslüman askerlerde ise eğimli kılıçlar tamamen yaygın değildi ve onların bir çoğu da düz çift ağızlı kılıçlar kullanmaktaydı.

Her iki tarafta da iki tiptende silahlar vardı ve kullanılmaktaydı. Bu da bir kılıç formunun diğerinden tamamen üstün olmadığının başka bir göstergesidir. Eğer ağır ve sağlam zırhlı rakiplerle karşılaşılacaksa kılıcın darbeleri en azından hassas yerlere geldiğinde sert bir travma etkisi yapabilmeli, kesici ağız ortalama bir derecede bileylenmeli ve oldukça iyi bir saplama yetisine sahip olmalıydı. Savaş kılıçlarının bir başka ihtiyacı ise savaş meydanı ortamında olacağı gibi birden fazla kişiye karşı kullanılabilecek tekniklere uygun olmalarıydı. Diğer yandan bakıldığında ise birden çok kişiyle birlikteyken kullanıma da optimize edilebilirlerdi. Buna Roma lejyonları ve gladius iyi bir örnektir.

O dönemdeki muazzam kesici gücü olan makhaira yada falcata, falx gibi kılıçlar yerine, daha uzun olan spatha yerine temel silah gladius kalmıştır. Çünkü Roma lejyonlarının birbirlerine çok yakın düzeni ve büyük kalkanlarının arasından çok az saldırı alanı olması yanındaki arkadaşını kesmeden geniş darbeler yapma imkanı vermez, ayrıca yakın düzen kılıcı savurup manevra yaptıracak az alan bırakır. Ancak kalkanın arkasından çabuk saplamalar yada üstten kesmeler mümkündür ve gladius bunun için enu ygun silahlardandır. Hatta başlarda kullanılan ve kesme kabiliyeti oldukça iyi olan mainz tipi gladius ileride üretimi daha kolay olan ancak kesme kabiliyeti daha az olan pompeii gladius ile bu düzenden dolayı değiştirilmiş, spatha ve falcata gibi kılıçlar ise subaylar, özelleşmiş birlikler ve yabancı birlikler ile süvarilerin kullanımına girerken lejyonerler sürekli gladius ile devam etmiştir.

Palalar ve Türk kılıcı gibi silahlar da ön kısıma ağırlık bindirilmiş ve eğim verilmişti, bu şekilde kılıcın bu noktada balta benzeri bir etki yapması, kalkanlara ve zırhlara zarar verebilmesi sağlanmıştı. Ancak bunun kılıcın savunma yetisi ve çevikliğinden ödün verilerek tercih edildiğini eklemek gerekir. Denizci palası (cutlass) ise süvarı kılıcı benzeri , eğimli, ancak oldukça kısa ve ağır bir silahtı. Geniş ve sağlam namlusu rahatça yelken, halat hatta ağacı parçalayıp kesebilir, büyük el koruyucusu yumruk atarken muşta yerine geçebilir, gemi savaşı gibi sıkışık bir hal alabilen bir olayda kısa oluşu sayesinde rahatça kullanılabilirdi. Ancak bu şekilde uzmanlaşmış olan bu silahın bir şekilde eskiye gidip bir ortaçağ savaşında zırhlı ve çift elli uzun kılıç taşıyan bir şövalye ile karşılaştığını düşünürsek yapabileceği hemen hiçbir şey kalmazdı. Ayrıca kısa olmasına rağmen ağır sayılabilecek, çok hızlı olmayan bir silahtı.

Düello silahları : Sivil kişilerin anlaşmazlıklarını oldukça ölümcül bir yoldan çözmeleri yada kendilerini saldırganlara karşı korumaları amacını taşıdıklarından genellikle zırhız dövüşe uygundurlar. Hedefin zırhsız olacağı varsayıldığından yumuşak hedeflere en çok zararı vermeye yönelirler ve teke tek mücadele gerçekleşeceğinden hız ve teknik esneklik önemlidir. Ev yada ara sokaklar muhtemel kullanım alanları olduğu için çok fazla uzun olmazlardı genellikle. Ayrıca kendini savunma ön planda olduğundan dolayı ani ve sürpriz saldırılara karşı kından çekme hareketinin aynı anda bir saldırı olması tercihti.

Meç bu tür silahlara en bilinen örnek olacaktır. Olimpik eskrimcilerin iddia ettiğinin aksine meç en üstün form değil kumaştan başka bir şey giymeyen insanların sokakta düello yapması için uzmanlaşmış bir silahtı. Bire bir düellolar için hareketlerini tahmin etmesi zor ve hızlı bir silahtır ancak kullanımı epey çalışma gerektirir. Savaş alanında kullanımı ne kadar denendiyse de başarısız olmuştur. Daha sonraki kısa meç ise subaylar kullanımında sınırlı bir başarı göstermiştir. Zira meç zırhlı birine karşı kullanımda saplamaya odaklanmış olmasına rağmen etkili değildi çünkü namlu yeterince sağlam değildi  ve eğer ilk saldırı hedefi bulamaz zırhta herhangi bir yere takılır, çarpışmadan kırılır ise ( ki bunlar yüksek olasılıklardı ) dövüş son buluyordu..

Meç bire bir dövüşlere uygun olduğundan savaş alanının kaosunda birden fazla rakibe karşı doğrusal hareketleri ile savunmada ve saldırıda zorlanmaktaydı.

Katana ise düello silahı ile savaş silahı arasında kalan ilginç bir yere sahiptir, ancak kişisel savunma ve düelloya biraz daha yakın olduğunu söylemek mümkün. Japon savaşçıları muharebelerde zırhlı yada atlı düşmanlara karşı düz mızrakları “yari”‘yi tercih etmişlerdi. Katananın oyunlar ve filmler ile çoğu kişinin inanmış olduğunun aksine yekpare metal zırhı kesmesi pek mümkün değildir, katananın kesici ağzına yazık etmek olacaktır bu. Böyle durumlarda samuraylar da tıpkı batıdaki şövalye meslektaşları gibi zırhın gediğine saplama hareketleri yapmaya çalışıyorlardı. Zaman zaman katanayı sırt kısmından tutarak “half sword” benzeri bir kullanıma gittikleri hatta savaştan önce eğer çok keskin bileyli ise kılıçlarının ağızlarını bir miktar körleştirdikleri söylenmektedir. Kılıç yapım tekniğinden dolayı ileri derecede kesici fakat aynı zamanda sert darbelere karşı çok kırılgan bir yapıya sahipti bu nedenle hem kılıcın keskin tarafına zarar vermemek hem de kırılmaması için sert çarpışmalardan kaçınırlardı..


Günlük yaşam aletleri : Afrika ve Meksika yada diğer Güney Amerika ülkelerinde bulunan machete isimli kısa palalar tarımda, küçük odunları kesmede, avcılıkta, alet yapımında hatta hindistan cevizi soyma gibi işlerlerde kullanılabilmektedir ve bu amaçlarla yapılıp satılmaktalardır. Ancak aynı biçimde kılıç vari yapılarıyla kendini savunmada yada saldırılarda kullanılabilirler. Aynı şekilde saldırma, kama, kris, cembiye gibi kısa kılıç olarak nitelenebilecek, sembolik olarak taşınmakla birlikte silah olarak kullanılabilecek silahlarda sayılabilir. Saydığım bu aletler belirttiğim gibi iş yapmak için yada kendini savunma / düello için kullanıldıkları gibi kabileleler yada aniden askere alınan sivillerce savaş silahı olarakta kullanılmışlardır. Son olarak andığım amaçla ya da silahlı haydut gruplarınca bu gün hala kullanılmaktalar. Bu tip silahlar (aletler) genellikle kılıçlara göre kısa, ancak hızlı sayılabilecek silahlardır. Tahta kesmek / budamak gibi işlerde kullanılabildiklerinden genelde iyi kesicilerdir. Ancak hemen hemen hepsi tek ağızlıdır. Hepsinde olmamakla birlikte, çoğunluğunda saplama fonksiyonu sınırlıdır. Dar alanlarda ve zırhsız kişilere karşı oldukça etkili olabilmekle birlikte eğer bir şekilde zırhla karşılaşırlarsa yapabilecekleri hemen hemen hiç bir şey yoktur.

Sonuç olarak…

Tüm bu incelemelerin ardından biraz uzunca bir hal alan bu yazıda üzerinde durduklarımıza baktığımızda hemen her çeşit kılıcın kendine has pek çok avantaj ve beraberinde dez avantajı sağladığını, bunları kullanım amacına göre dengeleyerek bir form kazandığını, bu forma göre çok farklı tekniklerle kullanılabildiğini görüyoruz. Bu yüzden farklı çeşitlerde ve uzunluklarda pek çok kılıç var. Birinin diğerinden üstün olup olmadığını sormak açıkçası bir geminin bir otobüsten üstün olup olmadığını yada diz üstü bilgisayarın otomobil müzik sisteminden üstün olup olmadığını sormaktan çok farklı değil. Gerçek bir kılıç ustasının her durumda etkili kalabilmek için hem saplama hemde savurma hereketleri çalışması gerektiği pek çok milletten pek çok usta tarafından defalarca vurgulanmış bir olgu. Ve bu gün bu sanatların büyük kısmı kaybolduğu, spor haline geldiği, az bir kitle tarafından izlenir hale geldiği için ve sinema, animasyon, video oyunları gibi kaynaklardan dramatize edilmiş yanlış şekillerde aktarılması sebebiyle bizler maalesef bazı şeyler hakkında yanlış yargılara sahibiz. Sonunda kılıçlarda her hangi en üstün form yada en üstün tekniğe ulaşıldığı fikri (meç & saplama yada katana & kendo örneğindeki gibi) bu yanlışlardan bir tanesi. Kılıç sanatları burada açıklamaya çalıştığım üzere pek çok değişkene göre şekil alabilen çok daha karmaşık bir olgu bu kadar basit nitelemelerle sonuçlandırılabilmek için.

Son olarak meç & saplamanın en üst nokta olduğu iddiası ile ilgili olabilecek bir örnek vereyim. Eğer yirminci yüzyıldan önce varılmış olan bu yargı gerçekten doğru olsaydı savaşta en son kullanılan kılıç meç olmalıydı öyle değil mi? Az bilinen bir gerçek kılıcın aktif savaş silahı olarak üçüncü dünya ülkeleri dışında son kullanıldığı savaşın dünyanın görmüş olduğu en vahşi ve kıran kırana, en korkunç mücadele olan İkinci Dünya Savaşı olduğudur. Çinli askerler savaşta Japon askerlere karşı dadao lar kullandılar. Dadao çift elli, tamamen kesici ve saplama özelliği tamamen sıfır olan bir kılıçtır. Japonlar hepmizin bildiği üzere savaşta katana ve pilotlar için kokatana taşıdılar.

Yer yer çarpışmalarda ve maalesef yer yer nahoş katliamlarda kullandılar bu silahlarını. Amerikan Donanması denizci palalarını 1949 yılına kadar envanterde tutup askerlere vermeye devam etti ve son model güncellemesini 1941 yılında savaş başlamışken yaptı. Aslında Kore savaşında dahi bir Amerikan astsubayının bu kılıçlardan biriyle bir düşmanı safdışı ettiği bilinmekte. Dikkat ettiyseniz savaşta kullanılmış kılıçlardan saplama yetisi en yüksek olanı katana ve kendisi pekte saplamayla ünlü bir kılıç değil. Ayrıca üç silahın ikisi çift elli silahlar.

Az da olsa kılıç dahil oldu diyebileceğimiz son çatışma görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşı. Bundan sonrada Vietnamda hatta hala tüm savaşlarda tam olarak kılıç sayılmasalarda uzun savaş bıçakları, Vietnam kuvvetleri yada çeşitli direnişçilerce machete gibi palalar kullanılmaya devam ettiler ve hiçbiri saplamaya ve meç tarzı kullanıma özelleşmiş değiller.


Görüldüğü gibi her tarz kılıcın kendine has güçlü yanları ve büyük etkileri var. Bunun yanında hepsinin kendine has bir güzelliği.

Gerçek mücadele ruhunu kaybemeden ama tamamen güvenle ve barış içinde çalışma dileğiyle.

HEMA Nedir ?

“Historical European Martial Arts/Tarihi Avrupa Savaş Sanatları”

Kılıç, tarihin akışı boyunca hep bir biçimde ilgi çekebilmiş bir nesnedir; kimi zaman bir hükümdarın elinde yönetimin ve gücün sembolu olmuş, kimi zaman savaçıyı ve bilek maharetiyle hayatta kalmayı ifade etmiş, kimi zaman da mistik ve büyülü araçlar olarak hayal gücümüzü ateşlemiştir.

Yine de şaşırtıcı olan bir şey vardır ki; efsanelere konu olan, yazılı ve sözlü edebiyatta kendine böylesine bir yer edinmiş kılıç, uygulama alanında barut tarafından tahtından edilince gerçek bir araç olmaktan ziyade giderek sembolik bir öğeye dönmüş, zamanla da kılıç kullanımı konusunda bilgi ve teknikler silikleşmiş ve kaybolmuştur.

19.yy sonlarında Avrupalı bir takım aristokratlar, tarihi kılıç tekniklerini uygulamalı olarak diriltmeye yeltenene kadar, kılıç hakkında bilinen pek çok şey unutulmaya yüz tutmuştu. Özellikle Almanya, İngiltere ve İtalya’da, çoğu akademik araştırmacılardan oluşan küçük ama nüfuzlu topluluklar, tarihi savaş sanatlarını diriltmeye çabaladılar. Bu topluluklar zamanla HEMA (Historical European Martial Arts) toplulukları olarak anılmaya başlandı.

Eski el yazmaları özel koleksiyonlardan ve depolardan çıkartıldı ve yorumlanmaya başlandı, aynı dönemlerde bu kaynaklardan öğrenilen bilgiler uygulamaya aktarılıyor ve bu şekilde unutulan teknikler tekrardan gün ışığına çıkartılıyordu. 15.yy’ın ünlü Alman kılıç ustası ve eğitmeni “Hans Talhoffer” ve 14.yy’da yaşamış İtalyan meslektaşı “Fiore Dei Liberi”’nin kılıç kullanımı üzerine hazırladıkları el yazmaları 1900’lerin başında kılıç öğrenmeye hevesli kişilere yeniden yol gösteriyordu.

”Kuzgun Akademi” Tarihi Savaş Sanatları Birliği, özellikle Avrupa ve Amerika’da yıllar boyunca gelişen ve günümüzde köklü kurumlar haline gelen toplulukları örnek alarak, Türkiye’de kılıç kullanımına ilişkin teorik ve pratik çalışmalar yapan ve eğitim veren ilk topluluktur.

İlker Can Karagülle tarafından 2007 mayıs ayında Ankara’da kurulan, Kuzgun Akademi çalışmaları içersinde; ateşli silahlar öncesi dönemlere ait Avrupa ve Orta asya tarihi silahları ve envanterlerinin araştırılması, bu alanlarda kaynaklar oluşturulması, bazı tarihi kılıç tiplerinde de denenmiş ve kullanılan eğitim yöntemleriyle, ilgilenen kişiler için kılıç kullanımı eğitimleri yer almaktadır. Bunun yanısıra Sinema ve Tiyatro oyunlarının hareketli sahneleri için silahlı-silahsız dövüş koreografilerinin de çalışmalarına yer veren kurum, bu alanda oyuncular da eğitmektedir.

Bu spor bana ne katar?

Ülkemizde henüz tanınmayan, Kuzgun Akademi ile ilk kez çalışmaları başlatılmış olan tarihi kılıç kullanma sporu, tarihe ve ateşli silahlar öncesine meraklı kişiler için, meraklarını giderebildikleri eğlenceli bir hobi aktivitesi olmak dışında, zihinsel ve bedensel gelişime de kattığı olumlu yönleri ile günlük yaşamlarında da faydalarını görebildikleri bir spor faaliyetidir.

Bu çalışmalar aşağıdaki amaçlar doğrultusunda Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da, tarih ve kılıç kullanma meraklıları dışındaki kişiler için de bir çok kurum tarafından tavsiye edilmekte, tiyatro ve sinema okullarında artı beceri dersi olarak gösterilmektedir. Tarihi Kılıç sporunun kişiye kattıkları kısaca şöyle sıralanabilir;

* Zihin – beden koordinasyonu
* Geliştirilmiş odak, dikkat ve dürtü kontrolü
* Geliştirilmiş özsaygı, öz güven ve kararlılık
* Fiziksel sağlık ve fitness
* Zamanlı refleks ve kontrollü denge
* Strateji geliştirme, oyun kurma

Çalışmalar Nasıl ve Nerede Yapılıyor?

Kuzgun Akademi ile yapılan çalışmalar gruplar halinde sakademi merkez salonunda ve anlaşmalı spor salonlarında, yazları zemini uygun olan açık alanlarda yapılmaktadır, kullanılan ekipman topluluk tarafından sunulmaktadır. Eğitmen İlker Can Karagülle eşliğinde iki saatlik programlar olarak yapılan antrenmanlarda yeni başlayanlar öncelikle adım ve beden pozisyonlarını öğrenmekte, sonra sırasıyla saldırı ve savunma hareketlerine, özel tekniklere ve silahsız yakın mücadele tekniklerine geçmektedirler. Topluluk tarafından Sportif faaliyetlerin yanında üyelere hazırlanan sunumlar ile kullanılan silahlar hakkkında, kullanıldıkları dönem ve savaşlar ile ilgili tarihi bilgiler sunulmakta, kaynak kitaplar önerilmektedir.

İleriki yıllarda uluslararası HEMA turnuvalarına katılabilecek sporcular yetiştirmeyi hedefleyen topluluk, şu an farklı okullarla iletişim halinde olarak bu planın alt yapısını hazırlama çalışmalarını yürütmektedir.

Troubadour

Ortaçağ Avrupa’sında Gezgin Şarkıcılık Geleneği

Enis Gümüş

Avrupa’daki gezgin şarkıcı geleneğinin başlangıcı Haçlı Seferlerine ya da bir başka ifadeyle Doğu ile Batının çeşitli yollarla karşılaşmasına rastlar. 1070–1300 yılları arasında Avrupa’nın farklı bölgelerinde görülen bu geleneğin başlangıcını da bitişini de Oksitanya1’da (Güney Fransa) inceleyebiliriz.

Bu bölge kültürel, toplumsal, dilsel ve dinsel olarak kuzeyden farklı idi. Kuzeybatı İtalya ve Güneydoğu İspanya’ya daha yakın bir bölgeydi. Zaten Oksitan dilinin bugün hala kullanılan Katalan diliyle yakın akraba olduğu söylenebilir. Oksitan dilinde “trobaire” (trobar), Fransızcada “troubadour”, “trouvère”, İtalyancada “trovatore” olan kelimenin, Latincedeki “turbare” (oluşturmak, bulmak) kelimesinden geldiği söylenmekle birlikte, tarihsel bağlantılara bakıldığında “troubadour”un, Arapçadaki “trb” (şarkı söylemek, müzik yapmak) kökünden gelmiş olma olasılığı daha yüksek görünmektedir. Troubadour geleneğinin, halk şarkılarını, edebiyatı ve genel anlamda müziği etkilediğinden şüphe yok gididir. Zira bu insanların müziği, Avrupa’daki bir kısım halk ile kilise arasında yaşananların da bir aynası olmuş, toplumsal olaylara bağlı olarak gelişmiş ve sonlanmıştır.

İslam dünyasına düzenlenen ilk Haçlı Seferleriyle beraber, kültür etkileşiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak ozanlık geleneği Avrupa’da da başladı. İlk troubadour’ların çoğu, işte bu seferlerden geri dönenler idi; fakat beklenenin aksine bu insanlar epik hikâyeler, kahramanlıkları anlatan destanlar değil, aşk şarkıları söylüyorlardı. Aslında bu “aşk” konusu Oksitanya’ya has bir şeydi. Geleneğin devam ettiği Kuzey Fransa’da, Almanya’da veya İngiltere’de yoğun olarak epik konuların kullanıldığı söylenebilir.

Troubadour’ların kullandıkları dil “Langue d’oc” (Oksitan dili) olarak adlandırılır. Bu adlandırma, bu bölgede “oui” (evet) kelimesi yerine, “oc” kelimesi kullanılmasından gelmektedir. Kuzeyde de “oeil” kullanıldığı için kuzey diline de “Langue d’oeil” denilirdi. Troubadour’lar, “Provensal” da denilen Oksitan dilinin, yöresel bir dil olmaktan çıkıp, gramer olarak da inceliklere sahip bir yapıya dönüşmesini sağlamışlardır. “Langue d’oc” Latin kökenli diller arasında kendi özniteliklerini kazanmış, kendi edebiyatını geliştirmiş ilk dil olmuş, dilsel anlamda Avrupa’nın Rönesans’ı denilebilecek bir gelişme yaşamıştır. Yarattıkları şiir türüne “trobar” deniliyordu ve müzikle eş önemdeydi. O yılların ünlü yazarları pek çok şeyi bu dilden ve edebiyattan aldılar. Boccacio, Dante, Petrarca, Cervantes ve niceleri Provensal şairlerden faydalandılar. Dante İlahi Komedya’da bu dili sıkça kullanmış, serkeş bir troubadour’u2 cehennemin en derin katlarından birine yerleştirmiştir.

Sosyal Statü

Aslında, gezgin şarkıcı karakteri, Avrupa’nın doğu kısımlarında bu dönemlerden önce değişik özelliklerle var olmuştur. Söz konusu öncül gezgin şarkıcılar, soytarılardan veya çalgıcılardan daha üst seviyede görülmelerine rağmen onlardan çok da uzak bir sosyal statüye sahip değillerdi. Batıda gelişim gösteren gezgin şarkıcı/şövalye tiplemesi ise daha yüksek bir sosyal statüye ulaşmış, artık bir dilenci gibi değil, gittiği saraylara onurlu bir konuk olarak yerleşen ve sanatını icra eden değerli biri olarak görülmeye başlamıştır. Troubadour, bağımlı değildir. Bağımlı olanlar, çalgıcı olarak anlamını karşılayabileceğimiz “jongleur3”ler ve Alman topraklarında inceleyeceğimiz “minnesänger”lerdir. Çeşitli kahramanlıklarla kendilerini kanıtlayan saz şairleri, patronları tarafından şövalye de ilan edildikçe daha yüksek mevkilere gelebilmekteydi. Troubadour mesleki bakımdan bir şairdi ve bu 1300’lü yıllara kadar devam etti. Yoksul bir şair veya bir kral, troubadour olabilirdi. Sicilya ve Aragon Kralları, İmparatorlar II ve III. Frederick, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard karakterleri buna örnektir.

Troubadour’ların çoğu, çeşitli ülkeler gezmiş ve oralardaki eğitimli üst sınıflarlarla ilişki içerisinde olmuş, genelde manastırlarda konaklamış, keşişlerle şiirlerinde kullandıkları sözlü edebiyat ve efsanelerle ilgili diyaloglar geliştirmişlerdir. Dolayısıyla bu insanlar, oldukça entelektüel, müzik ve savaş sanatları konusunda donanımlı kimselerdi. Pek çoğunun ismi de Haçlı Seferleri sırasında iyi savaşçılar olarak duyulmuştu. Troubadour geleneğinin ilk karakterlerinden biri olan Guillaume de Poitiers (1071–1127), bir troubadour’un sosyal statüsünü anlamak için incelenebilir. Guillaume aslında güçlü bir derebeyidir, bir troubadour olarak Filistin’deki savaşlara gitmiş, döndükten sonra kilisenin kurallarını çiğneyerek kocasını terk etmiş bir kadınla evlenmiştir. Poitiers Papazı onunla konuşmak için şatosuna geldiğinde Guillaume ona son duasını etmesini emreder. Papaz duasını bitirir fakat Guillame, onu öldürüp cennete yollayacak kadar çok sevmediğini söyleyerek papazı sürgüne gönderir. Bu ve benzeri durumlar göstermektedir ki, kilise karşısında dahi güçlü bir statü söz konusudur. Zaten troubadour’ların en önemli özelliklerinden biri dinsel ve dindışı müzik-şiir geleneklerini birleştirmiş olmalarıydı; bir manastırda da, bir tavernada da saygıyla karşılanırlardı. Pek çok din adamı da, bu geleneğe dâhil olmuştur.

Courtly Love

Troubadour’lar, Haçlı Seferleri sonrasında vatanlarına ve şarkılarını adadıkları sevgililerine dönen sadık âşık karakterleri olarak da önemlidirler. Bu şairlerin hayatları, birey olarak, o zamana kadar görülmemiş aşk maceraları ile doludur. Ortaçağ’da bu pek sık rastlanılan durum değildir. Troubadour konum olarak bir “knight errant” (macera peşinde koşan şövalye) veya bir lordun maiyetinde olabilirdi. Her birinin “lady love”ı (sevgili) vardı, fakat bu çoğunlukla gerçek anlamda bir sevgili olarak değil, uzaktaki “hayali bir sevgili” olarak vurgulanırdı. Bu o zamanlar için önemli bir kavramın “l’amour courtois” ya da daha popüler bir tabirle “courtly love” dâhilinde bir davranıştı. Kendini acının kucağına atmak, ulaşamayacağı sevgiliye adamak, bir şövalyeye yakışacak üstün bir erdem olarak görülüyordu.

Jongleur’ler ve Diğerleri

Kayıtları saklanmış 400 civarında troubadour bulunmaktadır. Bunlardan bazıları kendi bestelerini seslendirmiş bazıları şarkı söyleyemedikleri için “jongleur”leri4 himaye etmişlerdir. Jongleur’lerin şövalyelikle veya edebiyatla bir alakaları yoktu. Daha çok, sürekli seyahat halindeki sirk mensupları gibiydiler ve genelde mesleklerinin bir kolu da “şarlatan hekimlik” idi. İngilterede “gleemen”, Kuzey Fransa’da “menestrel”, ve Almanya’da da “varende lüte” olarak anıldılar. Jongleur, bir çingeneyle eşit statüde görülüyordu. Onları koruyan hiçbir yasa yoktu. Bir jongleur, troubadour’u terk ettiği anda hem koruyucusunu, hem de bir vatandaş, hatta insan olarak haklarını da kaybediyordu. Jongleur’lük ve troubadour’luk nadiren aynı kişinin mesleği olabiliyordu ve çok azı şair idi. Fransız tarihçi André Duchesne (1584–1640), bu insanları dört bölümde inceliyordu. Troubadour’lar stanza’ları (şiir) yazıyor, jongleur’ler şarkı söylüyor, diseur’ler (güzel konuşan kişi) hikâye anlatıyor ve joueur’ler (çalgıcı) enstrüman çalıyordu. Ayrıca kayıtlarda geçen 14 kadın troubadour da bu gruplardaki insanlara daha yakın tutuluyorlardı. Zira çoğu, şairden ziyade, çalgıcı ve şarkıcı olarak tanımlanıyorlardı.

Kalelerdeki Yaşam ve Müzik

Bir troubadour seyahati sonucunda bir kaleye vardığında üzerinde şövalye zırhı, çalgısı ve herhangi bir olaya hazırlıklı olmak üzere bir mızrak olurdu. Bundan sonra troubadour’un zırhını çıkarmasına yardım edilir, özenle giydirilir ve ihtiyaçları giderilirdi. Ziyareti sırasında bir turnuva varsa, troubadour da buna katılır ve maharetlerini gösterirdi. Arenada bir şövalye

ile bir troubadour arasındaki tek fark, troubadour’un kendine tezahürat yapan ve onun şarkılarını söyleyen jongleur’leri olmasıydı.

Troubadour mesleki bakımdan bir şair olarak görülmesine karşın sağlam bir müzik bilgisine de sahip olmalıydı. Genelde şarkılarını kendileri söylemezler, söz ve müzik uyumu konusunda her şeyi düzenler ve jongleur’lerine öğretirlerdi. Müziklerinde kilise müziğindeki uzun süreli sesler yerine kısa notaları, çarpmaları, arpejleri tercih ederlerdi. Gregoryen dizilerini kullanırlar, çeşitli enstrümanları koro halinde söylenen eserlere katarlar, vokal soloları eklerlerdi. Bazen tüm jongleur’ler unison biçimde söyler, bir tanesi de tek başına onlara karşıt bir “discant” (tiz eşlik partisi) ya da armonik eşlik yapardı. Bu topluluklarda genelde kullanılan çalgılar, lavta, viyol ailesine mensup çalgılar, arp, tabor (darbuka) veya küçük davul, sackbut (trombon), organistrum (bir tür “hurdy gurdy”), flageolet (flüt) ve bagpipe (tulum) idi. Troubadour geleneğinin iki yüzyıl sonrasında, bu enstrümanların çoğunu, Hieronymus Bosch’un (1450–1516) “Dünyevi Zevkler Bahçesi” üçlemesinin “Müzisyenler Cehennemi” kısmında görmek mümkündür; her biri bir işkence aleti olarak resmedilmiştir. Buradan yola çıkarak, Rönesans başlarındaki karşı reformun troubadour müzik geleneğine bakışı hakkında da önemli ipuçları elde edebiliriz.

Troubadour’lar önceleri, kilise müziğinde olduğu gibi, 4’lü ve 5’li aralıkları yoğun olarak kullanıyorlardı. Fakat dini müzikte 1500’lü yıllara kadar kullanılmayacak olan discant’ı ve dominant akorları o zamandan kullanmaya başlamışlardı. Hatta bu akorlara dominant 9’luları da eklemişler, daha önce disonans sayılan küçük üçlü aralığı da konsonans hale getirmişlerdi.

Troubadour şarkıları konularına göre şöyle sıralanabilir: “Sirventes”: Sirven (paralı asker) ağzından yazılan şarkılardı (başka bir kaynağa göre lady’ler için övgüler ve onu lady’den ayrı koyanları azarlayan sözleri olurdu). “Pastorela”: Şövalyenin çoban kıza aşkını anlatan şarkılar. “Alba”: Ayrılık şarkıları. “Canzo” ya da “Chanson”: Asıl troubadour aşk şarkısı, ideal ve mükemmel sevgiliye yazılmış şarkıları bu adla anılırdı. “Planctus”: Ağıt. “Trobar Clus”: Şifreli şiir. “Escondig”: Sevgiliden özür dileme şarkısı. “Tenso”: Turnuva şarkısı. “Jeu-parti”: Troubadour’lar arasındaki atışma.

Bu şarkılar formlarına göre şöyle sıralanabilir: “Balada”: Tekrarlı, nakaratlı ezgi (ABAB veya ABCB); “Rondo”: Dans formu (ABA,ABACA,ABACADA); “Estampie”: Dans ve müzik formu (AABBCCDD..vs).

Langue d’oc Dışındaki Gezgin Şarkıcılar

Gezgin şarkıcılar değişik topraklarda ayrı ayrı isimler altında var oldular, Oksitanya’daki troubadour’lar, Kuzey Fransa’da “trouvère”, Almanya’da “minnesänger” olarak anılmaktaydı. Trouvère geleneğinde Champagne bölgesi önemlidir. Trouvère’lerin şarkıları ve gelenekleri Fransız Ars Nova’sını beslemiştir. 14. yüzyılda Champagne bölgesi en son trouvère’leri Guillaume de Machaut’yu (1300–1377) ve hatta gelenek kaybolduktan sonraki izlerini sürecek olan Philippe de Vitry’i (1291–1361) yetiştirmiştir. 14i yüzyıl Fransa’sında trouvère’lerle ilişkilendirmeden polifonik şarkıları örneklendirmek mümkün değildir. 15. yüzyıldaki Guillaume Dufay (1397–1474), Gilles Binchois (1400–1460) gibi pek çok önemli müzisyen de bu topraklardan gelmiştir.

Trouvère’lerde de troubadour’larda olduğu gibi şövalyelik, savaşçılık önemli bir öğedir. Fakat aradaki bir fark önemlidir: Kiliseye ve Papalığa daha yakın konumda olan Kuzey Fransa, Katolik inancını sonuna kadar savunup Haçlı Seferlerine büyük destek verse de, troubadour’ların vatanı Oksitanya bu durumdan daha sonradan uzaklaşmıştır. Çünkü Katolik inancına pek de sıcak bakılmayan bu toprakların troubadour’ları da doğal olarak kahramanlık şarkılarından çok aşk şarkıları söylemeyi tercih etmişlerdir. Aslında bu aynı topraklarda gelişen Katharizm5 inancıyla da yakından bağlantılıdır.

Alman “Minnesänger”lerin kökeni Kuzey Fransa’daki trouvère’lere dayanır. Minne-sang kelimesi yine “courtly love”daki gibi “minne” (aşk) kökünden gelse de; sadece kadınlar için değil, dinsel ve epik hikâyeler anlatırlar ayrıca eski pagan tanrılar Asgard’a, Wotan’a, Valkrye’lere ve pek çok mitolojik öğeye de değinirlerdi. Minnesänger geleneği troubadour’lardan kısa bir süre sonra sonlanmıştı.

Minnesänger’lerin ilk dönemlerinde özellikle Kuzey Fransa etkisi hâkim olduğu için bazı şarkıların müzikleri aynen alınıyor, metinler değiştirilerek kullanılıyordu. Bunlara “contrafactums” deniliyordu. 1200’lü yıllar civarında bu etki azalmış ve minnesänger geleneğinin klasik dönemine girilmiştir. Bu döneme özgü “wächter lied” (nöbet şarkısı), ballad formundadır. Alman stili kompozisyonlarda, İslami kültürlerin ve hatta Hint kültürünün etkileri görülebilmekteydi. Çünkü Haçlı Seferlerinden dönerken Avrupa’ya bu öğelerin taşınması gayet doğaldı. O dönemlerde bir hayli güçlü olan kilise, müziğin bu yöndeki gelişimiyle ilgilenmiş ve dokümanlarını saklamıştır.

1230’lardan sonra minnesänger geleneği daha yaygın hale gelmiş ve halkın değişik tabakalarında yer bulmuştu. Klasik minnesänger edebiyatının mizahi bir versiyonu gelişmiş,

15. yüzyıl civarında başka bir sosyal sınıfın, tüccarların devam ettirdiği bir şekle bürünerek “Meistersinger”liğe (Usta Şarkıcılığa) dönüşmüştü.

Geleneğin Sonu

Troubadour geleneği Fransa’da 1300 yılları civarında sonlandı. Bu durumun aslında en önemli nedeni engizisyon’du. Zira engizisyon 13. yüzyıl başlarında, topladığı büyük bir orduyu bir çeşit Haçlı Seferi gibi, troubadourlar’ın yurdu Oksitanya’ya, Kathar’ları yok etmek üzere gönderdi. Kathar hoşgörüsünün kök saldığı topraklar üzerinde gelişen troubadour geleneği, Oksitanya kentlerinin birer birer yağmalanıp, Kathar kalelerinin tek tek düşüp, tüm Katharların yakılmasıyla son buldu. Bu olaylardan sonra soylu sınıfı büyük ölçüde bu konulardan elini çekti ve artık yanlarında çalışanları besleyemeyen diğer troubadour’lar da gelenekten koptular. Müzik de, büyük ölçüde kilise egemenliği altında yoluna devam etti.

Minnesänger ve meistersinger geleneği 19. ve 20. yüzyılda etkisini müzik eserleri üzerinde sürdürdü. Richard Wagner’in minnesänger’leri ana karakterler olarak seçtiği Tannhäuser ve Richard Strauss’un Guntram operaları, yine Wagner’in meistersinger’leri konu aldığı Die Meistersinger von Nürnberg (Nürnbergli Usta Şarkıcılar) operası bu etkiye örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Almanya’da çeşitli folk ve rock grupları bu gelenekten beslenmektedirler.

Kaynakça

Page, Christopher, “Listening to the Trouvères”, Early Music, Vol. 25, No. 4, 25th Anniversary Issue, Listening Practice, November 1997.

Tabor, C. J., “The Troubadours” Folklore, Vol. 40, No. 4, pp. 345–368, December 31, 1929.

Frenzel, Peter “Minne-Sang: The Conjunction of Singing and Loving in German Courtly Song” The German Quarterly, Vol. 55, No. 3, pp. 336–348, May, 1982.

Aubrey, Elizabeth “The Dialectic between Occitania and France in the Thirteenth Century” Early Music History, Vol. 16, pp. 1–53, 199

Önemli Troubadour, Trouvère ve Minnesänger’ler

Bernart de Ventadorn (1130–1195): Eserleri Kuzey Fransa’da ve Almanya’da çokça kullanılmıştır. Tolouse Kontuna hizmet etmiş, İngiltere’ye de gitmiştir. Manastıra çekişmiş ve orda ölmüştür.

Raimbaut de Vaqueiras (1155–1207): Fransa’da doğmuş ama hayatının büyük kısmını İtalya’da geçirmiştir. Konstantinopolis’in Haçlılar tarafından istilası sırasında orda bulunmuştur. Çok sayıda dil öğrenmiş ve bu dilleri eserlerinde de kullanmıştır.

Raimbaut de Orange (1147–1173): Orange ve Aumelas Lordu. “Trobar clus”un öncülerindendi.

Kral II. Alfonso (1152–1196): Aragon Kralı. I. Richard’ın yakın arkadaşı olarak bilinirdi.

Bertran de Born (1140–1215): En tanınmış Oksitanya troubadour’larından biriydi. Dante’nin Inferno’sunda, cehennemin derinliklerinde kesik kafası elinde dolaşırken resmedilmiştir.

Chrétien de Troyes: 12 yy.ın ikinci yarısında yaşamış olan, bilinen en eski trouvère. Daha çok Kelt ve Germen kökenli efsaneler üzerine eserleri vardır.

I. Richard (1157–1199) : İngiltere Kralı. Coeur de Lion olarak da bilinen “Aslan Yürekli Richard”. Bir söylentiye göre menestreli olan Blondel de Nesle tarafında hapsedildiği yerde bulunmuştur.

Blondel de Nesle (Jean I of Nesle): Aslında bu ismi taşıyan trouvère’in gerçekte kim olduğu bilinmemektedir. 1155–1202 yılları arasında yaşayıp I Richard’ın menestrel’i olduğu rivayet edilen Blondel ya da onun 1241 de ölen oğlu olabileceği söylenmektedir. Baba Blondel, Üçüncü Haçlı Seferi’ne katılmış, oğlu ise Dördüncü Haçlı seferine ve Katharlar’a karşı yapılan Haçlı Seferine katılmıştır.

Le Châtelain de Coucy: Troubadour geleneğinden çok etkilenmiş ve bazı şarkıların imitasyonlarını da yapmıştır.

Adam de la Halle (1237–1288): İyi öğrenim görmüştür. İlk dindışı tiyatro eserini olan ve “Robin Hood” efsanesinin kaynağı olduğu sanılan “Jeu de Robin et Marion”u hazırlamasıyla bilinir.

Walther von der Vogelweide (1170–1230): Minnesang geleneğinin en önemli temsilcilerindendir. Pek çok eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Soylu bir aileden gelmiştir. Wagner’in Tannhäuser’indeki karakterlerden biridir.

Oswald von Wolkenstein (1377–1445) Minnesang şiir geleneğinin son temsilcilerindendir. Aynı zamanda besteci yönü çok öne çıkmıştır, Minnesang’dan Rönesans müziğine geçiş dönemi için önemli bir karakterdir. Ayrıca Politika ile ilgilenmiş, diplomatlık yapmıştır.

Heinrich von Morungen (?-1220) İlk Minnesänger’lerdendir. Fakat Minnesang geleneğinin aksine, kuzeyden değil, Güney Fransa’dan, Langue d’oc Troubadour’larından etkilenmiştir.

Gottfried von Straßburg (?-1210) Ünlü eser Tristan’ın yazarıdır. Fakat bunun yanında günümüze kalan eserleri çok azdır.

1. Oksitanya: Güney Fransa’nın tamamı, İtalya’nın ve İspanya’da Katalonya’nın bir kısmını kapsayan tarihi bölge. Tarihsel olarak Oksitan dilinin konuşulduğu bölgeleri tarif etmek için kullanılmaktadır.

2. Burada sözü geçen troubadour Bertran de Born’dur.

3. Latince “ioculare” (şaka yapmak) kelimesinden türediği sanılmaktadır.

4. Oksitanya’da “jonglar” olarak kullanılıyordu.

5. Katharizm: 12. yüzyılda Oksitanya’da ortaya çıkmış ve 13. yüzyıl ortalarına kadar varlığını korumuş bir Hıristiyan mezhebi. Kathar inancına göre dünya üzerinde hâkimiyeti olan güç şeytandır ve her insan önce şeytanın etkisinde yaşar, sonra nefsini terbiye edip şeytanın etkisinden kurtulunca “kusursuz” denilen bir mertebeye erişirdi. Katharizm düalizme dayalı bir inançtır, iyinin ve kötünün dengesine dayanır. Katharlar kilisenin baskısı altında yaşadılar. Bütün kaleleri kuşatılarak Engizisyon tarafından din adına katledildiler. Son Kathar kalesi olan Montsegur, 1244 yılında düşmüş ve kaledeki Kathar mezhebine mensup insanlar ve kaleyi gönüllü olarak savunan askerler, Engizisyon tarafından yakılmışlardır.

Kılıç tipleri ve özellikleri

kılıç türleri

En az bronz dönemden beri insan, kılıçlar yapmış ve bu kılıçlar türlü savaşlarda kullanılmıştır. Her topluluk ve döneme has birbirinden farklı pek çok kılıç tipi olmakla birlikte, birbirinden tamamen bağımsız toplumlara ait, benzer amaçlara yönelmiş benzerlik gösteren tipler de mevcuttur. Diğer yandan komşuluk, ticaret ya da daha muhtemel olarak savaş gibi yollarla birbirleriyle etkileşime geçen milletler de birbirlerinin kılıçlarını incelemiş, kopyalamış, değiştirmiş/geliştirmiştir. Ayrıca maden bilimi, demircilik teknikleri geliştikçe ve yeni kaynaklar keşfedildikçe yeni tip büyüklük ve sağlamlıkta kılıçlar yapmak mümkün olmuştur. Kılıcın aktif bir silah olarak bu kadar eskide başlayan serüveninin yalnızca bir kaç yüz yıl önce sona erdiğini düşünürsek, tüm bu süreçlerle birlikte ne kadar çok kılıç tipi ortaya çıktığını tahmin edebilirsiniz sanıyorum.

Peki bu kadar çok çeşit neden? En iyi form bulunduğunda tamamen bu forma mı geçildi? Görülüyor ki hayır, zira kılıç kullanımı tamamen bitene dek hâlâ birden fazla tip ve amaçta kılıçl vardı. Saplama tekniği tamamen daha üstün olduğundan kesici ağız iptal mi edildi? Meç (rapier) ve kısa meçin (small sword) zamanında dahi süvari kılıcı (sabre) ve denizci palası (cutlass) gibi silahlar halen mevcuttu. Hatta devasa boyuttaki çift elli kılıçlar (zweihaender, great sword) ortaçağ değil rönesans döneminde ortaya çıkmış ve kesici ağızlarını kaybetmemişlerdi. Farklı amaç ve kullanım tekniklerine, hatta kullanan kültürdeki insanların vücut yapısına, silahın karşısında kullanılacağı tehdit veya koruma tipine göre, farklı ihtiyaçları karşıladı tasarımlar. Peki bu farklı amaçlar neler? Bunun için kılıçlara genel olarak bir bakalım ;1 – Öncelikle,

kılıçların performansını belirleyen özellikler :

Bir kılıç için en temel olarak sayabileceğimiz özelliklerden bazıları: hız, ağırlık, saldırı etkinliği, sağlamlık, teknik esneklik ve savunma yetisi olabilir. Bu özelliklerin her biri kendi içinde de ayrı dallara ayrılır. Örnek olarak hızı, hız ve çeviklik diye bölmek de mümkün olabilir, ancak biz şimdilik basit tutalım.

Evet, öncelikle bu temel aldığımız özelliklerden bahsedersek :

Hız : Kılıcın saldırı ve savunma amaçlı ,gard pozisyonundan amaç doğrultusunda ne kadar çabuk ve çevik bir şekilde hareket edebildiğidir olarak özetleyebiliriz. Hıza etki eden en temel iki etken; ağırlık ve dengedir. Ağırlığın az olması silahın hakimiyetini kolaylaştırıyor ve hareket kabiliyeti kazandırıyor gibi görünse de bu durum aynı zamanda kılıcı güçsüz kılacak ve hafif bir kılıç, darbelerinde büyük güç sağlayamayacaktır ancak, ağırlık arttıkça bu kez doğal olarak savurmak ve savuruşların ardından kılıcı toparlamak zor olacaktır. Yani bu durum; kılıcın kullanım amacına göre ağırlığının belirlenmesini sağlar.

Ve mükemmel bir denge ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar. Kılıç savrulduktan sonra ne kadar çabuk toparlanıyor? İsabetli olarak istenilen noktaya yöneltilebiliyor mu ? Duruşlar ve vuruşlar ani biçimde gerçekleştirilebiliyor mu ? Bunların hepsi büyük ölçüde dengeye bağlıdır . Ağırlık merkezi fazla önde olan kılıçlar genelde savuruşların ardından zor toparlanırlar ancak uç kısım kesme hareketlerinde varlığını hissettirir, etkindir. Yine de ağırlık merkezinin önde olması tercih edilmez çünkü hıza ve teknik esnekliğe olumsuz etkisi vardır. İyi dengelenmiş bir kılıç kendisinden daha hafif ancak kötü dengelenmiş bir kılıçtan daha rahat kullanılabilir. Özet olarak hızla ilgili çeşitli boyutları saymak gerekirse;

  • Duran kılıcın ne kadar çabuk darbe için harekete geçirilebildiği ve duruşlar arasında ne kadar çabuk ve rahat geçiş yapabildiği.
  • Sert bir darbe için hareket halindeki kılıcın ne kadar kolay durdurulabildiği ya da darbe sonunda ne kadar kolay toparlanılabildiği.
  • Ard arda ne kadar çabuk ve çok darbe yapılabildiği.
  • Kılıç hareket halindeyken hareket yönünün ya da açısının ne kadar kolay ve çabuk değiştirilebildiği.

Ağırlık : Ağırlık yine hıza etki eden bir özellik olmakla birlikte çok hafif bir kılıç darbelerde, özellikle de sert hedeflere karşı olanlarda, zorlanacak, etkisiz kalacaktır. Çok ağır bir kılıç ise hızlı kullanılamayacağından kullanan kişiyi dez avantaj içerisinde bırakır. Ayrıca ağırlık eğer kullanan insanın savurabilme hızını düşürecek kadar yüksekse bu kez darbe gücünde de olumsuz bir etki yapabilir, nihayetinde darbenin kuvveti çarpma hızı ve çarpan kütlenin bir fonksiyonudur. Hissedilen ağırlığın kullanım tekniğiyle de ilginç bir bağlantısı vardır; sanılanın aksine gerçek bir meç bir melez kılıca yakın ağırlıktadır ve daha küçük bir kabzası vardır, tek elle ve vücuttan direkt olarak uzakta öne doğru tutulur. Bunu özetlemek gerekirse bu durumda ince ve hızlı meçin sanılanın aksine melez kılıçtan biraz daha fazla kol gücüne ihtiyaç duyduğu ortaya çıkar.

Saldırı kuvveti : Kılıcın, gayet basit bir anlatımla, başarılı bir saldırıyla verebileceği zarardır. Ağırlık ile ilgili kısımda bahsettiğim üzere en temel olarak etki eden iki faktör darbe hızı ve darbenin ardındaki kütledir. Ancak burada kılıcın formu ve darbenin açısı & tekniği gibi pek çok etken de devreye girmekte. Kılıç formları denince kılıçla yapılabilecek temel saldırı şekilleri de incelenmeli, bunlarla birlikte bu bölüme daha sonra bakalım. Sağlamlık : Kılıcın savunmada alacağı yada saldırıda sert hedeflere çarptığında karşılacağı darbelere karşı direnci sağlamlığın ilk boyutunu oluşturur. Bir diğer boyut ise kılıcımız eğer kesici bir kılıç ise kesici ağzın dayanıklılığıdır. Kılıçlar belli bir miktar esnek olurlarsa sert hedeflere saldırdıklarında zarar görme ihitmalleri daha az olur, ayrıca kesici ağızlarıda sert darbelerden daha az etkilenecektir. Aksi takdirde başarısız bir kesişin ardından eğrilip o şekilde kalabilirler. Çok fazla esnek bir kılıç ise özellikle savunma olmak üzere çeşitli tekniklerde kılıcın etkinliğini azaltabilir. Ayrıca saplama hareketlerinde kılıcın çok fazla esnek olmaması gerekir, deliş gücünü azaltacaktır.

Teknik esneklik : Kılıçların kullanım amacı ve yapılarına göre farklı kullanım teknikleri vardır. Bazı temeller hemen tüm kılıç okulları ve kültürlerde ortak olmakla birlikte, bir kılıçla yapılabilecek bir kesme hareketi diğerinde verimli olamayabilir. Batırma hareketleride yine kılıcın uç şekli, denge noktası, esnekliği yada eğri olup olmaması gibi etkenlere göre çok farklı olabilir. Kılıç tasarımları pek çok başka şeyinde tasarlanmasında olduğu gibi aynı işi yerine getirmek için olan fakat birbirleriyle çelişen ihtiyaçlar arasından birinin diğeri için belli milktarda yada tamamen feda edilmesiyle ilgilidir. Eğer kılıç tamamen kesmeye yönelecekse oldukça eğri ve tek ağızlı olması idealdir. Ancak bu durumda kılıç batırma hareketlerinde neredeyse kullanılamaz hale gelecek ve sadece tek ağzı iş görür olacaktır. Bu yüzden bu yapıya göre tekniklerle kullanılır. Düz bir kılıçta ise her iki ağızda keskin olabilir.

Eğri bir kılıç kadar iyi kesemeyecek olsalarda her iki yöndede kesebileceklerinden dolayı teknik olarak önemli bir esneklik sağlamış olurlar. Aynı şekilde batırma ve kılıçların birbirine kenetlenmesi durumlarında da düz kılıçlar rahatlık sağlar, bir diğer artıları ise aynı ağırlıktaki bir eğri kılıca göre daha uzun erimleri olmasıdır. Diğer yandan düz kılıçlar en etkili kesme hareketini direkt darbe ile gerçekleştirebilirken kesici ağızların hedef üzerinde ileri yada geri kaydırılması ile gerçekleştirilen kesme tipinde daha az başarılıdırlar. Bu durumda eğri kılıçlar özellikle yakın mesafelerde bu şekilde bir kullanımla farklı bir teknik esneklik sağlamış olurlar. Yanlızca kesmeye yönelme durumunda olduğu gibi yalnızca saplamaya yönelmiş kılıçlarda da belirli çerçeveler doğrultusunda hareket edilebilir. Kılıç kullanıcısı karışalama/karşı saldırı durumlarında ani ve zarar verici kesme hareketlerinden faydalanamaz. Ayrıca batırmaya optimize edilmiş kılıçlar genellikle formları gereği özelliklede sert darbelere karşı savunmada diğer kılıçlara nazaran daha az etkilidirler. Teknik esnekliğin bir başka boyutuda kılıcın tek elle, çift elle yada her iki şekilde de kullanılabilmesidir. Serbest el ikinci bir silah yada savunma aracı kullanımında kullanılabilir. Yada silahı hem tek hem çift elle kullanmak mümkün ise serbest bırakılan el rakip silahı zaptetme, eklem kilitleme yada rakibi yere düşürme amacı ile kullanılabilir. Bunun dışında kılıcın kabza ve balçak (crossguard) bölümlerininde kendi başlarına silah olarak kullanılabilmeside bu özelliğin ayrı bir boyutudur. Bu alanın bir başka boyutu ise kılıcın bıçak kısmından kavranıp “half-sword” denilen tekniklerde kullanılıp kullanılamayacağıdır.

Kısaca özetlemek gerekirse bir kılıcın teknik esnekliği; kılıcın formunun ne kadar farklı hareket ve tekniğe izin verdiği yada ne kadarını kısıtladığı ile ilgilidir diyebiliriz. Kılıcın uzunluğu da burada ilginç bir noktadır. Uzun bir kılıçla daha uzun bir erimimiz olur ve rakibi kontrol edebiliriz ama manevra imkanımız biraz daha zorlaşabilir. Açık alanlarda bu pek sorun değildir ve uzun bir kılıçla rahatça istediğimiz tekniği uygulayabiliriz. Kapalı bir mekan ve küçük yerlerde ise kılıcın savuruşlar, duruş değişiklikleri ve her türlü manevra için ihtiyaç duyduğu alanı bulamayabiliriz. Savunma yetisi : Kılıçlar her ne kadar temel olarak atak amaçlı olsalar da, aynı biçimde savunma için kullanılmalarıda pek çoğunun temel özelliklerindendir. Genel olarak kısa kılıçların defansif olarak daha az etkin olduklarını söyleyebiliriz. Ayrıca balçak kısımlarının uzunluğu ve açılarına göre rakip kılıcı kilitleme ve yönlendirme için kullanılabilirler. Formu izin veriyorsa kılıç yine half-sword şeklinde kavranıp çok sert bir darbeyi durdurmak için kullanılabilir. Çok fazla esnek olan kılıçların gösteri dışında bir fonksiyonu olmamasının bir nedeni de savunma için kullanılma ihtimallerinin düşüklüğüdür. Rakibin karşıladığınız darbesinin kılıcınızı eğip aşarak size doğru yoluna devam etmesini görmek istemezsiniz… Evet, bir kılıcın temel özelliklerini genel bir bakışla inceledik. Aslında her biri daha derinleştirilebilecek ve haklarında en az birer makale yazılabilecek şeyler olmakla birlikte, yazıdaki ana araştırma konumuz olan farklı kılıç formlarının varlığının amacı ve avantaj/dezavantajları konusunda, ihtiyacımız olan bilgileri ve fikri verebilmeleri için yeterli derinlikte bir bakışla tüm dünyada üretilmiş farklı kılıçlar ile ilgili incelememize başlamış olduk. Başlangıçtan itibaren dahi görülebileceği üzere bir kılıçtan bir alanda verim almak için diğer bir alandan feda etme gerekliliği söz konusu. Buradan da anlaşılacağı üzere kılıçlar farklı amaçlara hizmet etmek için farklı şekillerde uzmanlaşmıştır.

Erdeniz SANLAV

Bir kılıçla neler yapabilirsiniz?

Farklı tipteki kılıçlar üzerine.

Bir kılıçla neler yapabilirsiniz ?

Bir önceki yazıda kılıçların genel ve temel bir kaç özelliğine baktık. Görüldüğü üzere her birini karşılamak için bir diğerinden ödün vermek gerekebiliyor. Yalnızca bu bile hiçbir kılııcın bir diğerine göre tamamen üstün olmayacağının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu özellikler ile ne yapılır peki ?

Bir kılıçla iki temel saldırı biçimi vardır : kesmek ve batırmak. Bunlarında kendi içlerinde bir kaç çeşidi mevcut. Ayrıca kılıcın temel fonksiyonu olan bu iki saldırı dışında kabza ve balçak kısımları tasarıma göre silah olarak kullanılabilir. Alman çift elli kılıç okulunda kabzayı kullanarak rakibi fırlatma teknikleri mevcuttur. kılıcın keskin olmayan yan tarafı rakibi gerekirse itmek yada tokatlamak amacıyla kullanılabilir, tek ağızlı kılıçların keskin olmayan sırtı sert bir darbe vurmak amacıyla öldürmeden saf dışı etmeye yarayabilir. Ancak tüm bunlara rağmen bir kılıçla asıl olarak yapılabilecek iki saldırı kesme ve batırmadır. Şimdi bu iki

temel saldırıları inceleyelim :

Kesme Hareketleri :

Yarma : Kılıcın keskin ağzıyla hedefe sert ve hızlı bir biçimde vurmak şeklinde yapılan saldırı biçimi. Kesici kılıçların en temel saldırısıdır. Bir kılıcın darbede etkili olmasına katkı sağlayan şeyler arasında; hızlı savrulabilmesi, yeterli bir ağırlık, kesici ağzın eğri yada yaprakvari formda olması, kesici ağzın inceliği ve kılıcın enli olması sayılabilir. Tek ağzı keskin olan kılıçların genellikle sırtları epey kalındır ve bu darbelerde kesici ağza ekstra bir kuvvet kazandırır. Çok ince ve keskin bilenmiş bir ağız yumuşak hedeflere karşı çok çok etkili kesişler gerçekleştirebilir, ancak sert hedeflere çarptığında çentilir yada körelir. Eğer kılıcın uç noktası çok ince değilse hedefin içindeyken kesme hareketini sürdürebilir. Bu yüzden düz kılıçlar dahi tamamen kesme hareketine optimize edileceklerse saplama hareketinden bir miktar ödün verirler. Dengesi öne yakın kılıçlar sert savuruşlarda balta benzeri bir yarma ve ezme etkisi yaparlar. Buna makhaira, kopis, falcata gibi enli kılıçlar, palalar, Türk kılıcı ve yatağan gibi kılıçları örnek verebiliriz.

Kesme : Keskin ağzın hedefe temas halindeyken ileri yada geri hareket etmesiyle gerçekleşir. Çok yakın mesafeden yapılan darbelerin çoğu genellikle bu tiptedir, özellikle eğimli uzun kılıçlar, süvari kılıçları ve Japon katanaları bu tarz tekniklere sahiptir. Eğri kılıçlarda kılıç hareket halindeyken kesici yüzey artmış olur ve bir şekilde daha rahat hareket ettirilirler. Bu sebeple eğri kılıçlar kesme hareketlerinde farkedilir şekilde daha başarılıdır. Ayrıca yarma hareketleri de hedefin içinde durdukları andan itibaren kesme hareketine dönüşürler. Kesme hareketleri genellikle yumuşak hedeflere karşı daha başarılıdırlar. Bu harekete katkı sağlayan bir diğer özellik ise ince ve çok keskin bilenmiş bir ağızdır.

Parçalama : Kılıcın çok keskin olmaması yada hedefin çok dayanıklı olması yarma hareketini parçalamaya dönüştürür. Sert hedeflere zarar verme kapasitesi parçalama yeteneğiyle doğru orantılıdır. Bu harekette kılıç balta benzeri bir etki yapar. Kesme ve çoğunlukla yarma hareketlerinde kesik epey düz ve temizken bu harekette durum aynı değildir. Buna genelde ağır bir kılıç, yerçekimi ile birlikte düşey savuruşlar, uca yakın bir denge ve namlunun enli olması katkı sağlar.


Uç ile kesme : Kılıcın ucu ile gerçekleştirilen hzlı bir kesme hareketidir. Ani olarak yalnızca bir bilek hareketiyle yapılması mümkündür. İnce uçlu kılıçlar da bu kesme biçiminde başarılı olabilirler. Yumuşak hedefler üzerinde acı verici, rahatsız edici, yetenek azaltıcı yer yer derin olabilen yaralar açarlar. Ancak genellikle dövüş bitirici değildirler ve sert hedefler üzerinde hemen hemen hiç bir etkileri yoktur. Meç tipi kılıçların gerçekleştirebildiği tek kesme tipi budur (çoğunluğunda bu da mümkün değildir).

Buradan görüldüğü gibi bir kılıcının kesme hareketleriyle zarar verebilmesine etki eden pek çok faktör vardır. Kesme hareketleri rakibin kılıcının savunmamızca yön değiştirmesi, rakibin beklenmeyen bir açık vermesi, yakın mesafelere giriş, iki rakibin kılıçlarını birbirine kilitleyerek girdikleri mücadeler gibi durumlarda çok esneklik ve katkı sağlar. Ayrıca genellikle nereye geldiği daha az önemlidir, yeterince derinse çok daha çabuk durdurucu etkilerini gösterir. Başarılı bir yarma yada parçalama hareketi hemen her zaman, başarılı bir kesme hareketi ise kritik bir hedef bulduğu zaman dövüşü direkt olarak bitirir. Kesme hareketlerinin bir diğer avantajı ise karşı saldırı anında bir savunmaya dönüşebilir hatta bizzat kendiler karşı saldırı olarak kullanılabilirler. Kuvvet olarak bakıldığında kesme hareketlerinin en güçlüsünü kol vücut ve zaman zaman bilektende hatta saldırı açısına göre yer çekimindende faydalanan yarma hareketi olarak niteleyebiliriz.

Kesici ağızların ne kadar keskin olacakları burada başka bir tasarım seçeneği oluşturur. Çok ince ve keskin ağızlar yumuşak hedefler için felaket anlamına gelir. Bu hedefler üzerinde mümkün olan en yüksek etki ve tahribat gerçekleşir. Ancak ağzı bu şekilde bilenmiş kılıçların namludan tutularak “half sword” teknikleriyle kullanılmaları, kabzalarından çekiç, kanca yada topuzmuşçasına faydalanma teknikleri ile kullanılmaları pek mümkün olmayacaktır. Diğer bir nokta ise bu kadar ince ve keskin bilenmiş bir kılıcın sert bir hedefe çarptığında kesici ağzının bozulması, çentilmesi hatta şoka bağlı olarak belkide çatlaması mümkün olacaktır. Ayrıca biley seviyesini daha kısa tutabilecektir. Diğer yandan kesici ağzı az keskin bir kılıcı rakip doğru teknik ile eliyle zaptedebilecektir. Ayrıca kesme performansıda bu durumdan etkilenebilir. Bu seçenekte de yine kılıcın ne gibi hedeflere karşı ne için kullanılacağı önem kazanır.

Batırma hareketleri :

Batırma : Kılıcın ucunu rakibe doğru ani bir itişle, kol hareketi yada hafif adımlamayla ileri çıkarak batırmaktır. Çok yüksek bir itiş kuvvetine ihtiyaç duymadan özellikle ince ve sivri uçlu kılıçlarda hedefe saldırma imkanı verir. Ancak genellikle çok derine ve sert hedeflere işleyemez ve zrhlara karşı kullanılmaz. Genelde zırhsız kişiler arasındaki düellolarda çok başvurulan bir teknik olup meçin en sık kullanılan hareketlerindendir. Batırma hareketlerinde hafif, uzun, denge noktası kabzada ve özelliklede düz kılıçlar daha etkilidir. Ağırlık merkezi kabzaya yakın olan ve çok ince ve sivri uca sahip bir kılıç saplama hareketlerinde neredeyse kendiliğinden ilerleyecektir. Dikkat ederseniz bu ihtiyaçlar kesme hareketlerinin ihtiyaçlarıyla zıtlık sergilemektedir. Kılıç tasarımı, bir kaç kez belirttiğim gibi bu ikisini dengelemek yada kılıcın kullanım alanına göre birini seçmekle ilgilidir. Yukarda tarif ettiğim tipte bir kılıç ani ve art arda hızlı batırma hareketleri yapabilecek olmakla birlikte tecrübeli bir melez kılıç yada çift elli kılıç kullanıcısı daha hafif kılıcın saldırısını rahatlıkla yörüngesinden çıkarabilir ve kılıcı hedeften uzaklaştırıp kendi kılıcı ile zaptedebilir. Böyle bir durumda meç gibi kılıçların hafifliği ve kesme kapasitelerinin sıfıra yakın oluşu karşı tarafa rahat bir karşı batırış yada kesme imkanı verir.

Meç hız avantajına sahip olmakla birlikte görüldüğü gibi bu avantajı dikkatli kullanmak durumundadır. Batırma hareketinin açık olmakla birlikte henüz bahsetmediğimiz bir avantajı ise mümkün olan en uzun erimli ve hedefe en kısa yoldan giden darbelerden biri olmasıdır. Kılıcın yalnızca kesmeye optimize edilmesi bu durumda saldırı menzilini kısaltır. Batırma hareketinin en belirgin dez avantajı ise çok kritik bir hedefe gelmedikçe yada çok derine işlemedikçe dövüş bitirici olmamasıdır. Hatta başarılı bir batırma hareketine maruz kalmış bir kişi önemsiz bir yerden yaralanmışsa daha sonra tamamen iyileşebilir. Meç düellolarının bir çoğunda başarılı bir batırma gerçekleştiren kişi karşıdanda başarılı bir saplama alarak yığılmış, kazan kişi ise daha sonra zaferini kutlarken yığılmıştır. Yine aynı biçimde kesici bir kılıca karşı yapılan ve dövüşü hemen bitiremeyen bir batırışın ardından meç kullanıcısı boynu yada açıkta bıraktığı her hangi yerine gelecek bir yarma hareketine karşı en iyi ihtimalle bir anlığına da olsa savunmasız kalacaktır.


Saplama : Vücut ağırlık ve ivmesi, arkada kalan ayaktan tam bir destek alma ve mümkün olan tüm kasları kullanmak yoluyla kılıcın ucunu hedefe batırma hareketidir. Mümkün olan en yüksek deliş ve darbeyi sağlar. Çok boş yada önemsiz bir bölgeye gelmediği sürece dövüşü bitirebilecek niteliktedir ve zırhlı hedeflerle temel savaşma biçimidir. Half sword teknikleriyle çift elli kılıçlar ve melez kılıçlar bu teknik için mızrak gibi kullanılabilirler ve bu durumda kılıçlar arasında belki de en ciddi deliş kabiliyetini sergilerler. Batırmada olduğu gibi kılıcın uç kısmının mümkün olduğunda ince ve sivri oluşu tercih edilir. Bu durumda bu uç yapısının başka bir katkısı da batırma hareketinin kendisinde sağladığı faydanın yanında zırhlı hedeflerde zırhın küçük gediklerine de kılıcın mümkün olduğunca daha rahat sığmasını sağlamak olur. Hedefi bulan bir saplama hareketinin mümkün olan en fazla zararı vermesi ve enerjinin en fazlasını hedefe aktarması için kılıç namlusunun çok esnek değil sert olması gerekir. Burada yine kılıç tasarlanırken sert hedeflere darbeler indirebilmekle sert hedeflere saplama saldırıları yapabilmek arasında bir dengeleme bulmak gerekir.

Batırma hareketlerinde namlu ucunun istenen noktaya denk getirilebilmesi için uç kısmı hafif, denge kabza kısmında olmalıdır. Bariz bir biçimde düz kılıçlarla bunu yerine getirmek çok daha kolaydır. Ayrıca düz bir kılıcın saplandıktan sonra hedef içinde ilerlemesi de çok daha kolaydır. Kimi eğri kılıçların, bazı kanca şekilli saplama hareketleriyle oldukça sert, beklenmedik açılardan gelen ve derine girebilen saldırılar yapabilmekle birlikte tüm saplama olanaklarının bununla sınırlı olduğuna ve bu şekilde ucu hedefte istenilen noktaya denk getirmenin oldukça zor olduğuna dikkat çekmek gerekir. Saplama hareketleri yekpare zırh kullanan hedeflere karşı en etkili, hatta belki de tek bitirici saldırıdır. Hedefe direkt bir doğruda ilerlerler. Ayrıca Alman okulunun pek çok tekniğindeki gibi karşılamalar kendiliklerinden saplamalara dönüşebilir, yada bir eğilme ileri atılmakta olan rakibin kendini kılıca saplamasıyla sonuçlanabilir. Bir kılıcın sadece düz olması mükemmel bir batırıcı olduğu anlamına gelmez her zaman. Değindiğimiz üzere ucun ince olması, hatta namlunun giderek incelen bir yapıda olması, kılıcın kesiti, dengenin kabzaya yakınlığı batırmayı güçlendiren faktörler. Her iki batırma tipi içinde kılıcın uzunluğunun denge ve uç kontrolünü sınırlamadığı sürece büyük olması tercih edilir

Anlaşıldığı üzere her iki temel saldırı tipi kendilerine has avantajlar taşımaktalar ve mücadele esnasında her ikisine de ayrı ayrı ihtiyaç duyulabilmekte, her ikiside doğru yerlerde fayda sağlamakta. Çok amaçlı ve mümkün olduğunca her işe yarayabilecek bir kılıcın ise mümkün olduğunca bu iki saldırı biçimini de dengeleyip başarıyla yapabilmesi gerekir. Aksi takdirde silah belli bir durum için çok etkili ancak başka tarz mücadelelerde yada tasarlandığı rakip dışındaki rakiplere karşı etkisiz olabilir. Umarım yazıda aydınlatıcı ve fikir verici olabilmişimdir diyor ve tüm meraklılara başarılı araştırmalar, heyecanlı çalışmalar diliyorum.

Erdeniz SANLAV

Eskrim Tarihi

Eskrim tarihi ve kılıç kullanma sanatı hakkında notlar…

Öncelikle, Kuzgun Akademi araştırma ekibi ve yazarları olarak, alanımızla ilgili konularda sitemiz üzerinden yayınladığımız ve yayınlayacağımız makaleleri hazırlarken tamamen tarafsız olmaya, tarihi belgeler ve kaynaklardan yararlanırken de en doğru ve tutarlı bilgiye ulaşmaya dikkat ettiğimizi belirterek başlamak istiyorum yazıma.

Alanımızın bir savaş sanatı olması ve tarihte karşı kültürler içersinde farklı isimler ile karşımıza çıkabilmesi nedeni ile tarafsız kaynaklara ulaşmanın oldukça zor olduğunu da vurgulamak ister, doğruluğundan şüpheye düştüğünüz noktalarda bize ulaşmanızı ve konu ile ilgili ayrıntıyı, kaynaklarınız ile birlikte bizimle paylaşmanızı rica ederim.

Kılıç Kullanma Sanatı…

Kılıç Kullanma Sanatına “Eskrim” denir; Eskrim ismi tarihte ve bugün  kesici ve delici grubu silahların kullanım şekillerine ilişkin yapılan çalışmalara veya sporlara verilen genel addır. Çoğu zaman kılıç kullanılarak yapılan sporları ifadede kullanılır. Sözcük ; hangi silah türünü kapsadığının, döneminin veya kimlere ait olduğunun belirtilmesi ile doğru şekilde kullanılmış olur.  Japon Eskrim Sporu Kendo, “Modern Eskrim veya Olimpik Eskrim/Modern Fencing”, “Tarihi Avrupa Eskrimi/Historical European Fencing”, “Filipin Eskrimi/ Philippine Escrima” örneklerinde olduğu gibi. Eskrim kelimesinin kökü kuzey Cermen dilinden gelmektedir. Cermenler bunu Skermen veya Scheirmen diye de adlandırırlardı. Diğer bir Cermen kolu olan İskandinavlar ise eskrime, Skrime demekte idiler. Cermen dilindeki bu kelimelerin anlami korumak, savunmaktır. Cermen dilinden gelen Scheirmen kelimesini sonradan Italyanlar Schermare ve Schermire; Fransızlar Escrimir, Escrimer; İspanyollar da Esgrimir olarak kullanmışlardir. Terim Türkler tarafındanda kılıç sporları anlamında kullanılmıştır. İngilizce karşılığı olan fencing yine savunmak, korunmak anlamında kullanılmakta  eski ingilizcede “Fence” kelimesinden gelmektedir.

Yalnız Avrupa’da aynı köklerden gelen fakat yöntemlerinde ve kurallarında gösterdikleri farklılıkları ile birbirlerinden ayrılan onlarca Eskrim ekolü gelişmiştir. Bunların bir çoğu yaratıcısının ismi ile anılırken, birçoğu kullanılan silahın özelliğine veya kural sistemine göre isim bulmuştur. (Bu ekoller ve sistemler de yine ayrı başlıklar altında inceleyeceğimiz diğer konular arasındalar).

Örnekler;


Rapier Fencing / Meç Eskrimi : 
Rapier/Meç silahının çeşitlerinin kullanıldığı spor olarak değil savaş sanatı olarak teknik çalışması yapılan bir Eskrim çeşidi.

Academic Fencing or Mensur / Akademik Eskrim veya Mensur : Okullu Eskrimi olarak türkçemize giren Almanya, Avusturya ve İsviçre’de üniversite öğrencilerine geleneksel olarak verilen Klasik ekolden gelen Eskrim eğitimi. Spor veya savaş sanatı olarak uygulanmayan Mensur öğrencilerin kişilik ve karakter gelişimine katkıda bulunması için ders olarak veriliyor. Mensur’da Kazanmak veya kaybetmek önem taşımıyor.

La Verdadera Destreza: “Gerçek Hüner” isim karşılığı olan  İspanyol stili bir Klasik Eskrim ekolü.
Bugün Eskrim denilince akla; Epe, Flore ve Kılıç silahları kullanılarak yapılan olimpik kılıç sporu gelmektedir. Bu kısmen doğru bir bilgidir ve eskrim nedir sorusunun oldukça eksik bir cevabıdır. Epe, Flore ve Kılıç silahları kullanılarak yapılan olimpik kılıç sporunun adı ‘Modern Eskrim’dir. Eskrim tarihi içersinde çok yeni olduğu halde günümüzde eksik ve yanlış bilgilerle donatılmış kaynaklarca tüm eskrim tarihinin kendisine dayandırıldığı  bu avrupa kılıç sporu ; XV.yy sonlarında kullanılmış olan, ateşli silahlarla beraber öne çıkan “Rapier” adlı delici ve kesici sınıfı mesafeli kılıcın, XVII.yy ortalarında zararsız bir dövüş için tasarlanmış şekli “Flöre/Fleur” ile yapılan, kurallı ilk bire bir müsabaka sisteminden gelmektedir.

Bir savaş silahı olmayan ucu çiçek şeklinde bir düğme ile kapatılarak zararsız hale getirilmiş, adını da bu uygulamadan almış olan Flöre/Fleur (fransızca çiçek); Rapier adlı dönemin saldırı ve savunma silahından daha kısa ve daha hafif olarak tasarlanmış, bıçak kısmına sert darbeleri emmesi için esneklik kazandırılmış keskin olmayan bir düello silahıydı. Dövüş; rakibe kesici veya delici sert ölümcül darbeler yapmaktan uzaklaştırmak için yalnızca hedefi bulduğunu belirten ‘Dürtüş’ ve düelloda kazananı net belirleyebilmek için de ‘Atak Üstünlüğü’ kurallarına uyularak yapılırdı. Bu kuralların yanısıra centilmence bir dövüş için yalnızca gövdeye yapılacak vuruşlar geçerli sayılmıştır. Bu silahın ve düello kurallarının ortaya çıktığı XVII.yy, bugünkü olimpik kılıç sporu Modern Eskrim’in gerçek tarihçesinin başlangıcıdır.


Fakat bu sporun, tanıtım metinlerinde veya ilgili makalelerde  kurnazca hazırlanmış kelime oyunları kullanılarak tüm eskrim tarihini içine alan bir özgeçmiş sunulmaktadır. Bu ve benzeri yöntemler kullanılarak “Modern Eskrim”; ‘Kılıç kullanma sanatının bugünkü son noktası’, ‘Günümüzün tek kılıç sporu’  gibi kendinden emin ama temelsiz başlıklar altında, yalnızca bugün değil XVII.yyılda kuralları konduğu günden beri hiç olmadığı şekli ile “Kılıç Kullanma Sanatı”ymış gibi pazarlanmaktadır.

Olimpik yarışlarda başarı getiren tek bir sporcunun, antrenörüne, kulübüne ve bağlı olduğu federasyona hatırı sayılır kazançlar sağlayabildiği gözönüne alınırsa, federasyonların ve kulüplerin sporcu çekmek için böylesi oyunlara neden başvurduklarını anlamak zor olmaz.  Bu makalede Eskrim hakkında en doğru bilgiyi sunmaya çalışırken, bugün olimpik anlamda yapılmakta olan kılıç sporu “Modern Eskrim”in asıl olarak Eskrim’in neresinde olduğunun ayrıntısına girip, bu spor ve Eskrim hakkında yerleşmiş bir çok yanlış fikri ortadan kaldırmaya da çalışacağım.

Rapier/Espada Ropera (Türkçede Meç) nasıl ortaya çıktı ?

“Rapier/Espada Ropera”nın ilk kez kullanılmaya başlandığı İspanya ve yaygınlaştığı aynı dönem komşu avrupa ülkelerinin yakın geçmişlerinde bugün “Braveheart/Cesur Yürek” ve benzeri birçok filmden, en çokta haçlı şövalyelerinden  tanıdığımız “Long Sword/Uzun Kılıç”, “Bastard Sword/Melez Kılıç” gibi enli ve büyük kılıçlar kullanılmaktaydı. Bu ülkeler tarihleri boyunca kendi aralarında yaptıkları savaşlarda kullandıkları ve karşılaştıkları, kesici ve delici sınıfı kılıç, balta, gibi savaş silahlarının zararlarını azaltmak ve ölümcül darbelerden korunmak için vücut koruma zırhları geliştirmişlerdi.

Bu zırhlar geliştikçe karşı koymada kullanılan silahların kesme özelliği kullanılamaz hale geliyordu ve böylesi korunaklı bir  askere zarar vermenin tek yolu, onun saldırı alanına girmeden dengesini yitirmesini sağlayacak mesafeli ve ağır olan ezici  silahlar kullanmaktı . Bu ihtiyaç ile bugün yine bir çok filmden tanıdığımız iki elle kullanılan enli ve büyük kılıçlar ortaçağ dönemi avrupasında öne çıkmaya başladılar. Çoğu zaman bu kılıçlar keskin bile değildi. Bu silahı kullanan eğitimli asker hasmını öldürebilmek için silahın ağırlığını ve mesafesini kullanarak, eğitimini aldığı; silahla kitleme, yakın mücadele ve düşürme tekniklerinden yararlanıyordu.Bu kılıçlarla yapılan bir dövüş en fazla birkaç hamle sürüyor,  saldırılar en fazla iki veya üç savunma pozisyonuyla sonuç buluyordu; hiçbir kılıç dövüşü bir sinema filmindeki gibi  uzun ve çok hamleli olmuyordu. (Bu konulara eğitim ve teknik bilgi içeren makalelerimizde ayrıntılı bir şekilde değineceğiz. )

Silahların ve zırhların ağırlığından kaynaklı olarak asker çok çevik ve hızlı hareketlerde bulunamıyor  birkaç ataktan sonra yakın müsabaka mutlaka öne çıkıyordu; dövüş hasımlardan birinin yere düşmesiyle sonuca ulaşıyordu. Bugün çift el kılıç (two handed sword) olarak tanıdığımız bu silahı kullanan ağır zırhlı askerlerin savaştaki konumları ise düşünülenin aksine diğer birliğin ağır zırhlı askerlerinin karşısında durmak değil ön saflardaki hafif zırhlı ve zayıf birimleri çökertmekti,  ağır zırhlı usta bir asker sıradan 60-70 askeri rahatlıkla geçebilirdi. Bu nedenle çok değerliydiler . ( Ağır silahların ve zırhların ön planda olduğu bu dönemi ve ayrıntılarını ileride ayrı başlıklar altında inceleyeceğiz)

Zırhların ve silahların bu şekilde ağırlaşmasının savaş meydanındaki silah kullanım hızını ve çevikliğini oldukça etkilediği dönemde  ispanyada ”Rapier/Espada Ropera” (Türkçeye “Meç” olarak girmiştir) adlı bir silah XV.yy sonlarında yaygınlaşmaya başladı. Bu silah çift el ile kontrol edilen kılıçların bıçak uzunluğuna sahipti fakat en kalınlığının oldukça daraltılmasıyla tek elle kullanılabilir bir hafifliğe ve yine bu incelmeyle oldukça sivri ve esnek bir uca  sahip olmuştu.

İlk bakışta cılız ve dengesiz görünen silahın bu farkları, ortaçağın o meşhur ağır kılıçlarının ve zırhlarının tarihe gömüleceği bir dönemin başladığının işaretiydi aslında.

Yeni çağın bu ince enli uzun kılıcının tek elle kullanılabilme özelliği,  diğer tek elle kullanılan silahlara karşı tarihi standartlarda en az 10 cm, çift elle kullanlan silahlara karşı ise silah tutuş farkından kaynaklı olarak bir omuz ( bu, çift el kılıcı kullanan kişinin fiziki özelliklerine göre değişkendir. Yine de en az 10-15 cm gibi bir fark yaratmaktadır diyebilirim.) mesafe farkı kazandırmaktaydı; bu fark doğrudan bir batırıcı atakta rakibin silahını tehdit dışı bırakarak öldürücü darbeyi yapmak için yeterliydi.  Silah; inceliği, ucunun sivriliği ve esnekliği sayesinde ağır bir zırh üzerinde en küçük açıklardan içeri girip hedefi bulabiliyordu. Ağır zırhlı bir askerin rahat hareket edebilmesi için; koltuk altı, dirsek içi, kasık ve boyun altı bölgeleri sert korumalar veya sık örgülü örme zırhlarla korunamıyor her zaman batırıcı bir hamle için zayıf kalıyordu.

Tarihin efsanevi büyük kılıçlarına nazaran bu silahı kullanan asker rakibin silahıyla çarpışmaktan sakınır, hızlı ve çevik hareketler ile rakibinin mesafesine girer bu zayıf bölgelere öldürücü darbeyi yapıp tekrar mesafe kazanmak için geri çekilirdi. Bu yöntem hızlı kaçışlar için ayak oyunlarını ve mükemmel bir hamle için sıkı hedef çalışmasını  gerektiriyordu kısa zamanda diğer avrupa ülkelerine de yayılan silahın eğitimi ve kullanım yöntemlerine yönelik okullar açıldı. Ve her kültür kendinden birşeyler katarak farklı ekoller yarattı. ( Bu konunun ayrıntılarına da ileride değineceğim)

Ve Modern Eskrim doğuyor…

Bu ince ve zarif kılıç, hafifliği ve estetiği sayesinde şehirde de rahatlıkla taşınan bir silah oldu. Bir çok soylu dönemin en iyi eskrim hocalarından dersler alıyor sonra da bu hünerlerini buldukları ilk fırsatta çevrelerine göstermeye çalışıyorlardı, kılıç şehirde şık  üniformaların altında parlayan bir güç sembolü olmaya başlamıştı. Bir süre sonra sokaklarda yaşanan en basit tartışmanın bile kılıçla yapılan bir düelloyla bitmesi ve Fransa”da XVII-XVIIII. yüzyılları arasında 8000’e yakın soylunun duelloda can vermesi üzerine “Flöre/Fleur” adlı zararsız bir silah tasarlandı ve centilmence bir dövüş yapılması için kurallar belirlendi.

Bir savaş silahı olmayan ucu çiçek şeklinde bir düğme ile kapatılarak zararsız hale getirilmiş, adını da bu uygulamadan almış olan Flöre/Fleur (fransızca çiçek), “Rapier”e benzer bir şekilde  fakat daha kısa ve daha hafif olarak tasarlanmıştı, bıçak kısmına sert darbeleri emmesi için daha fazla esneklik kazandırılmıştı ve keskin değildi. Taraflar korumasız olduğundan hamleler son derece dikkatli yapılıyordu.

Maske koruma yeleği ve eldiven XVIII.yy”ın sonlarında ortaya çıktı. Dövüşün centilmence olması, kazananın net bir şekilde belirlenebilmesi ve tarafların ölümcül zararlar almaması için duellolarda belirlenen temel kurallar şunlardı ;

* – rakibe kesici veya delici sert ölümcül darbeler yapılabilmesini engellemek için “Flöre” kullanılıyor. ve yalnızca hedefi bulduğunu belirten bir ‘Dürtüş’ hamlesi ile sonuca ulaşılıyordu.
* – Düelloda kazananı net belirleyebilmek için ‘Atak Üstünlüğü’ kuralı kondu .Bu kural tarafların birbirlerine aynı anda hamle yapmaları durumunda  sonucun anlaşılamayacağından kaynaklı oluşacak haksızlığı engellemek ve beraberlik gibi bir durumu ortadan kaldırmak için konmuştu.

Sürecek…